İskender Öksüz: Türk Milliyetçisi yok

İskender Öksüz: Türk Milliyetçisi yok

Prof. Dr. İskender Öksüz, Türk Milliyetçiliğine ilişkin ‘Konumlandırma: Siz kimsiniz? Bilin ve bildirin!’ başlıklı bir yazı kaleme aldı.

İşte Prof. Dr. İskender Öksüz’ün “Konumlandırma: Siz kimsiniz? Bilin ve bildirin!” başlıklı o köşe yazısı;

 

siyasetcafe-iskender-oksuz.jpg

 

Et tekraru ahsen velev kâne yüzseksen.

Zihinlerdeki konum ne kadar yavaş değişir. Biri bir zihin arazisini ele geçirdiğinde onu taklit ne kadar anlamsızdır. Bunların örneğini, siyasetten değil, reklamcılık dünyasından vereceğim[1].

Duracell pilleri 1973’te yukarıda solda gördüğünüz oyuncak tavşanı tasarladı.

Bu tavşanın bataryası Duracell’di ve reklam filminde başka marka kullanan bütün oyuncakların pili biterken Duracell tavşanınki bitmek bilmiyordu. Aradan yıllar geçti. Duracell tavşanının başarısını gören rakip firma, Energizer ve Eveready pillerinin üreticisi, onu taklide kalktı. Daha “cool”, daha zıpır bir tavşan tasarladı ve büyük bütçelerle reklam atağına geçti. Bu taklit tavşan üstelik davul çalıyordu ve kara gözlükleri vardı. Energizer tavşanını yukarıda sağda görüyorsunuz.

Büyük bütçeler ve uzun kampanyalar sonunda ortaya çıkan sonuç reklam ve pazarlama dünyasının kulağına küpedir: Kampanya boyunca Energizer’ın satışları düştü; Duracell’inkiler arttı. Duracell yaptığı bir araştırmada, müşterilerin yüzde kırkının, Energizer tavşanının Duracell’in reklamını yaptığını zannetmiş!…

Zihinlerde “tükenmeyen pil ve durmayan tavşan” arazisine Duracell yerleşmişti. Siz onu taklide kalkıştığınızda o bölgeyi ele geçirmek şöyle dursun, onun taraftarını arttırıyordunuz. “Ben de, ben de… Ben de tıpkı onun gibiyim…” davranışının sonucu!

Şimdi bir düşünün. Yakın tarihte ben de tıpkı onlar gibiyim diye kendi rotasından sapıp, kendi küçülürken rakibini büyüten siyasî parti misalleri bulabilir misiniz?

Bugün de pil üreticileri pili biten/bitmeyen oyuncaklarla reklama devam ediyorlar. Ancak tavşan üzerinde büyük hukuk kavgaları çıktığı için artık oyuncak ayı tercih ediliyor.

Tekrar tektonik hareketler

Ürününüzün, fikirlerinizin, partinizin insanların zihin ve gönüllerindeki yeri pek yavaş değişir. MİSAK’ın ikinci seçim analizi toplantısında bunu konuştuk. Tektonik hareketler yazımda da bundan bahsetmiştim. Kıtaların her birinin kendi plakalarında Yer’in magma tabakası üzerinde yüzüp hareket ettiğini biliyoruz. Her yıl bir kaç santim, birkaç santim… Farkına varmıyoruz. O küçük kaymaların biriktirdiği enerji deprem şeklinde ortaya çıkana kadar.

O küçük kaymalar ulu dağları yükseltir. Himalayalar’ı kaldıran Hindistan’ın Asya’ya çarpmasıdır. Alpleri yükselten İtalya’nın,  Afrika’dan kopup Avrupa’ya çarpması… Anadolu’yu 25 milyon yıl önce denizin yüzeyine çıkaran Afrika’nın Asya’ya doğru yürümesidir. O yüzden Anadolu’da, bu çıkıştan 35 milyon yıl önce yok olan dinozorların fosili bulunmaz—yüzen dinozorlarınki hâriç—ve Konya Ovası’nda deniz kabuklarına rastlarsınız.

Tektonik hareketlerdir bunlar. Yavaş fakat dev hareketler.

Saatin yelkovanı ile akrebine bakan bir genç de onun hareketsiz kaldığından, değişmediğinden şikâyetçidir ama benim gibi ihtiyarlar, tersine, çok hızlı hareket ettiğinden yakınır.

Zaman ve kıtalar… Bu yavaş fakat önünde durulmaz hareketlere bir de insanların gönüllerinde ve zihinlerindeki konumlandırmaları ekleyebilirsiniz. Bunlar da değişmez sanılır. Bizim MİSAK’ta, “Her şeye rağmen, bütün olan bitene rağmen seçmen hâlâ… ” diye şikâyet eden arkadaşlarımızın zannettikleri gibi. Veya Yılmaz Esmer Hoca’nın bir röportajda, “Soğan üç değil beş de olsa yine oy verirler” hükmü gibi[2]. Konumlandırmalar pek ağır değişir. Fakat değişir. Büyük krizlerde bu değişim hızlanıverir. Kriz patlamazsa zaman ölçüsü nesillerdir; yani on- yirmi yıllar. Tabi birileri o nesillere, o yeni nesillere bir şeyler söyleyebilirse. Tıpkı 1960-80 arasında Türk Milliyetçilerinin söylediği gibi. O yıllarda yetişenler bugün dört ayrı partide de olsa, Türkiye’nin siyasetinde söz sahibidir.

Strateji vaz geçmektir

Peki, bu yavaş değişen, fakat bir de değişince nesiller boyu aynı kalan gönül ve zihin dünyasında bir siyasî hareket nasıl hâkimiyet kurar? Ele geçireceği bölgeler nasıl bulur, fetheder ve tutar?

Önce kendisini iyi bir tarif eder. Ne olduğunu… Ve onun kadar önemlisi, ne olmadığını! Strateji hem onu, hem ötekini, hem de diğerini yapmaya kalkmak değil, sağlam bir tercih yapıp şuurlu bir şekilde bir şeylerden vaz geçmektir.

Strateji öğretilirken şu tutarlılık testi anlatılır. Eğer strateji diye söylediğinizin tersi saçmaysa kendisi de saçmadır. Çünkü strateji iki makul alternatif arasından birini seçip birincinin selameti için ikinciden vaz geçmek demektir.

“Kuvvetleri bir noktaya toplayıp taarruz edeceğim” ifadesinin tersi, “Bütün cephelerde güçlü kalacağım“dır ve bu ifadelerin ikisi de makuldür. Fakat birincisi üstündü ve o kazandı.

Geçen bölümde anlatıldığı gibi hem bütün cephelerde güçlü olacağım deyip hem de büyük taarruza kalkamazsınız. Hem bütçe açığı verip hem enflasyonu düşüreceğim diyemezsiniz. Nasrettin Hoca’nın biri çömlekçi, öbürü çiftçi oğlu hikâyesindeki gibi yağmurun hem yağmasına hem de yağmamasına dua edemezsiniz. Hem Türk Milliyetçisi, hem dinbaz, hem “çözüm süreççi” olamazsınız!

Önce kim olduğumuzu ve kim olmadığımızı belirleyeceğiz. Sonra bu belirlemeye göre seçmenin gönül ve zihin arazisinde bize uygun konum neresidir diye bakacağız.

Ben hangi araziyi hedef alayım?

Geçen yazımda bir dizi gönül-zihin arazisi saydım: Dindarlık, yolsuzlukla mücadele, Türk Milliyetçiliği, eğitim, adalet ve demokrasi, teröre mücadele ve güvenlik, ekonomi ve istihdam.

Bu alanlar arasında bazı siyasî partilerin, “Burası benim, yaklaşmayın!” derecesinde benimseyip tahkim ettikleri var mı? Veya tersinden soralım: Bu arazilerden, bu değer tepelerinden hangileri savunmasız? İlk taarruzda düşecek gibi? İşte bu sorulara ayrıntılı cevap vermek, bir siyasî parti için iktidara geliş kılavuzudur. Bu kılavuzun hazırlanmasını bir başka zamana ve tek kişiye değil düşünce kuruluşlarına bırakalım; meselâ MİSAK’a.

Burada, gönüller ve zihinlerde bir tepe seçtiğimizde onu nasıl zapt edeceğimizi düşünelim. Misal olarak da Türk Milliyetçiliği zihin-gönül alanını seçelim.

Milliyetçi çok, Türk Milliyetçisi yok

Bir şeyi hemen ifade edeyim: Türk insanının zihin haritasındaki en değerli alanlardan Türk Milliyetçiliğinin sahibi yoktur. O tepe, o alan bomboştur ve kendini savunacak birine hasrettir. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel taşını oluşturan değer, bütün lafızlara rağmen, CHP’nin ilgili okuna rağmen eylemsiz ve savunmasızdır; ayaklar altındadır. Herkes milliyetçidir ama hiç kimse Türk Milliyetçisi değildir! Tek millet milliyetçisi, o, bu, şu, necip, aziz, İbrahimî millet milliyetçileri her tarafta; fakat siyaset sahnesinde bunlara “Bu milletin, bu bayrağın adı ne?” diye soracak bir Türk Milliyetçisi maalesef yok.

Siyasî partisiniz ve bir gönül-zihin alanını ele geçireceksiniz. Veya ürününüzü gönül-zihin coğrafyasında bir yere yerleştireceksiniz. Ne yaparsınız?

Tabi önce bir ürününüz veya bir kimliğiniz var! Diyelim ki kimsenin kendini layık görmediği Türk Milliyetçiliğini kimliğiniz yaptınız! Peki, propagandanız nasıl olmalı. Basın toplantınızda, grup konuşmanızda, beyanatınızda ne diyeceksiniz?

Türk Milliyetçiliği tepesini zaptetmek

Hepsinde, ama hepsinde, bıkmadan “Türk Milliyetçiliği” diyeceksiniz.

Allah, Allah! İnsanlar sıkılmaz usanmaz mı? Çarpıcı, yeni; şimdi çok moda, inovatif, bir şeyler söylesek daha iyi olmaz mı? Hayır olmaz. Çünkü siz, hele elinizdeki iletişim araçları kısıtlıysa, her fırsatta aynı noktaya vurmak zorundasınız. Yoksa etkiniz dağılır gider.

Ancak bu vuruş, “Türklük de Türklük!”, “Türk Milliyetçisi olun ey millet!”ten ibaret değildir. Değerlerinizi hayata yansıtmalısınız.

Siyasette her konu Türk Milleti ve Türk Milliyetçiliği hakkındadır aslında. Eğitimden mi bahsediyorsunuz? “Çocuklarınız, torunlarınız, yani Türk Milleti’nin geleceğidir konuştuğunuz”. Ekonomi mi anlatıyorsunuz? “Türk Milleti’ni zenginliğini, çocuklarınızın, torunlarınızın refahını” savunmaktasınız. Ekonomiden söz açmışken Orhun Bengütaşlarında aç milleti doyuran, çıplak milleti giydiren Kaan ihmal edilir mi? Ya tokken açlığı düşünmeyen budun?… Ve zengin ve müreffeh bir Türkiye’nin Türk dünyası için nasıl bir nirengi noktası olacağının heyecanını verirsiniz insanlara. Adalet mi? Türk Milleti’nin teşkilatı olan Türk Devleti’nin temelinden bahsediyorsunuz! Kutadgu Bilig’de Hakan Küntogdı’nın adalet için söylediklerini anlatırsınız. Dış politika mı? Dış politikamız Türk Milleti’nin çıkarları için mi yapılıyor diye sorarsınız. Türkmenlerden Uygurlara dış politikanın her konusu Türk Milliyetçiliği hakkındadır. Ege’de gaspedilen adalarımızı, AB’de gaspedilen haklarımızı anlatmak da.

Eğer ne yaptığınızı biliyorsanız; kimlik probleminiz yoksa, Türk Milliyetçiliği sözünü etmeden, hatta Türk demeden de Türk Milliyetçiliği yaparsınız zaten.

Ne Duracell ne de Energizer tavşanı “Ha bak ben bu bataryayı kullandığım için çok yürüyüp oynadım” demedi. İnsanlar onun cevvaliyetinin o bataryadan geldiğinin farkındaydı. Bir süre sonra davul çalması da gerekmez. Göründüğü anda neyi temsil ettiği anlaşılır.

Türk Milliyetçiliği zihin alanına yerleşen politikacı da artık sadece kalkıp el sallasa, onun için, “Bak Türk milliyetçiliği yapıyor” denir.

Başarısızlık için neler yapmalısınız?

Ne yaptığınızın farkında değilseniz, içiniz Türk Milleti ve Türk Milliyetçiliği ile dolu bile olsa; beğensinler diye, etkilensinler diye nutuk atıyorsanız, rol yapıyorsanız, hele hele tıpkı “onun gibi” olmaya çalışıyorsanız, hiç ümit yoktur. Türk Milliyetçiliği yapmıyorsunuzdur, yapamazsınız… Millet ekonomi veya dış politika bilmeyebilir ama kimin samimî, kimin aktör olduğunu hemen anlar. El kol sallamak boşunadır.

Siyasette de pazarlamada da acemiler bir kere söylediklerinin kâfi olduğunu sanırlar. Onlar kendileri ile pek bir iç içe olduklarından herkes de onların geçen gün, geçen hafta söylediklerini ezberledi zannederler. Hâlbuki iş hiç de öyle değildir. Gönül ve zihin arazileri her gün tekrar tekrar fethedilmelidir.

Gazete ilanları üzerinde yapılan araştırmalar, okuyucunun, sizin ilanınızı ancak üç tekrardan sonra gördüğünü, ona ilgi duymasının da ancak üç defa gördükten sonra vuku bulduğunu göstermişti. Yani bir mesajın iletilmesi ortalama dokuz yayından sonra gerçekleşiyor.

Bunun farkında olmayanlar, hadi bunu söyledik, şimdi şöyle zekice, esprili bir şey bulup milleti şaşırtalım, eğlendirelim, kızdıralım diye düşünür. Başarı her seferinde yepyeni şeyler söyleyerek değil, her seferinde aynı duygu ve düşünceyi farklı şekillerde tekrar tekrar söylemekle kazanılır.

Bir başka hata, rakibin ithamına uzun uzun cevap vermeğe kalkmaktır. Rakibi tenkidi öne çıkarmaktır. Hâlbuki rakip, kendi sahasında konuşur, kendi müstahkem mevkiinden size ateş açar. Onun yapıp ettiğini öne çıkarırsanız, muharebeyi onun seçtiği alanda kabul edersiniz. Hele onun üslubunu taklit ederseniz kaybettiğinizin resmidir. Tam tersine, onu kendi değerlerinizin, kendi üstünlüğünüzün alanında hesaba çekin: Senin tek millet dediğin milletin adı yok mu? Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk milleti denmez mi? Dokuz defa sorun bakalım ne cevap veriyor?

Ve kendi fikir kimliğinizi bir an bile unutmayın. Siz Türk Milliyetçiliği değerlerini temsil ediyorsunuz, kendisine Türk Milliyetçisi diyenleri temsil ediyorsunuz. Sizin her sözünüz, her projeniz, her davranışınız Türk Milliyetçiliğinin hesabına yazılır. Artısıyla da eksisiyle de.

Geçen yazıyı bir şiirle bitirmiştim. Bu sefer de herhalde bir grup muzip Arapça öğrencisinin uydurduğu Türkçe- Arapça salatası hoş bir tekerleme ile bitirelim:

Et tekraru ahsen velev kâne yüz seksen!

Tekrar daha iyidir, yüz seksen kere de olsa!

Tabi kim olduğunu ve neyi tekrar etmen gerektiğini biliyorsan.

 

siyasetcafe.com

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.