ABD'NİN 'SERSERİ DEVLETLER' PLANI

Veysel BOĞATEPE

Sömürgeci ABD’nin yönetici sınıfı belli başlı dört ana unsurdan oluşur.

Bunlar; siyasette beyaz saray, askeriye de pentagon, yasama da senato ile meclis, finansman da ise Siyonist Yahudi bankerlerdir. İşte bu yöneticisi sınıf 20, 30, 50 yıllık planlar, projeler hazırlar. Her ne kadar gelişen olaylar doğrultusunda planda küçük sapmalar olsa da temel program asla değişmez. Uzun vadeli planlarından birisi de 1986’da hazırladıkları “Serseri Devletler” planıdır.

Bu planda kendilerine düşmanlık edebilecek ülkeler üç sınıfa ayrılarak bunlarla nasıl mücadele edileceği ve hatta gerekirse nasıl savaşılacağı detaylandırılmıştır. Plana göre birinci derecede serseri devletler; İran, Irak Suriye, Libya ve Kuzey Kore’dir. ABD’ye göre bu ülkelerin tamamı ABD’ye düşman liderler tarafından yönetilmektedir. Kuzey Kore hariç bu ülkeler büyük ordulara sahiptir ve terörizmi desteklemektedir. Ellerinde kitlesel imha silah bulunmaktadır. Bu sebeple ABD askeri saldırıyla bu ülkelerin rejimlerini yıkıp tüm doğal kaynakları ele geçirmelidir. ABD işte bu plan doğrultusunda türlü bahaneler üreterek İran ile Kuzey Kore hariç Suriye, Irak ve Libya da iç savaş çıkartarak rejimleri yıkmış, kukla hükümet kurmuştur. 

Aday serseri devletler ise Çin, Hindistan, Pakistan, Güney Kore, Mısır, Tayvan ve Türkiye’den oluşmaktadır. Plana göre bu ülkeler her ne kadar ABD müttefiki gibi görünüyor olsalar da gelecekte taraf değiştirebilir, birinci derecede serseri devletlere katılabilirler.

Aday serseri devletler listesinde yer alan Türkiye, büyük Ortadoğu projesi kapsamında uygulamaya konulan Kürt açılımı ile büyük ölçüde dönüştürülerek ordu, eğitim, hukuk, ekonomi vb. tamamen bağımlı hale getirildi. Aday adayı serseri devler de Arjantin, Brezilya, Küba, Endonezya ve İsrail’dir. Uzun vadede kendisine düşmanlık yapacağına inandığı bu devletlere karşı ABD yönetimi askeri ve ekonomik saldırı planını hazır tutmaktadır. Bu bakımdan ABD eski başkanı Donald Trump’ın, beyaz ve Hıristiyan olmayan tüm ülkeleri ABD düşmanı ilan etmesi şaşılacak bir durum değildir. Trump, beyaz ve Hıristiyan olmayan bütün ülkeleri “Shithole Countries” ilan ederek aşağılamıştır. Sokakta bile ayıplanacak bu küfrün tercümesini yazmaya ne ahlakım ne de etik anlayışım müsaade etmediği için merak edenlerin kendilerini Türkçe anlamına bakabilirler.  

Rusya ittifakı neden önemlidir?

AKP iktidarının Rusya ile ABD arasında adeta pinpon topuna dönüştürdüğü Türkiye’nin rotasını neden Rusya’ya çevirmesi gerektiğini çok kısa tarihsel somut verilerle özetleyelim. Kurtuluş, bağımsızlık savaşını verdiğimiz yıllarda Mustafa Kemal paşa ile Sovyetler Birliği lideri Lenin arasındaki dostluğu bilmeyen yoktur sanırım. Bu dostluk, 16 Mart 1921 de Türk / Sovyet dostluk antlaşmasıyla da pekiştirilmiştir. Bu anlaşma çerçevesinde Rusya Türkiye’ye silah göndermiş, borç para vermiştir. O tarihten beridir de iki ülke arasında ciddi bir sorun yaşanmamıştır. AKP döneminde yaşanan ufak tefek pürüzlerin sorumlusu da Rusya değil, AKP’dir. Temel sorun; ABD’nin Ortadoğu’da ki ezeli rakibi Rusya’ya karşı AKP’yi piyon, sıçrama tahtası olarak kullanmasıdır. Türkiye’nin yeniden inşa edildiği yıllarda Rusya her zaman Türkiye’nin yanında olmuş, fabrikalar işletmeler kurarak büyük destek vermiştir. Kayseri Sümerbank, Nazilli Sümerbank, Bandırma Sülfürik Asit Fabrikası, Artvin Lif Levha Fabrikası, Çayırova Cam Fabrikası, Aliağa Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, İskenderun Demir Çelik Fabrikası, Arpaçay Barajı, Orhaneli Termik Santrali, Oymapınar Barajı, Ak Kuyu Nükleer Güç Santrali gibi önemli tesisleri anahtar teslimi kurarak Türkiye’nin kalkınma projelerine büyük destek vermiştir. Üstelik bu tesislerde çalışacak kadroyu da Rusya da eğitmişlerdir. Türkiye, Rusya’nın kurduğu bu işletmelerin bedelini nakit para değil sebze meyve narenciye göndererek ödemiştir. Türkiye’nin sanayileşmesinde de büyük yardımı olan Rusya hiçbir zaman Türkiye de askeri üs kurma talebinde bulunmamıştır. Türkiye’yi ikinci derecede serseri devletler listesine alan fakat karşılıklı olarak dost müttefik yalanlarıyla kamuoyunu aldatan siyasilerin ABD’sinden de iki somut örnek vererek devam edelim. 

İsmet İnönü’nün başkanlığında ki “Günaltay Hükümeti”nin 1949 da ABD ile yaptığı ''Fulbright Anlaşması”na göre Türkiye’deki eğitim / öğretim müfredatı karma komisyon tarafından belirlenecekti. Yani çocuklarımıza neyi öğreteceğimiz ABD’nin ortak kararıyla belirlenecekti. Türkiye de tek bir fabrika kurmayan, kurulu fabrikaların da satılmasını isteyen ABD, “Marshall” yardımı altında okul çocuklarına içeriğinde ne olduğu bilinmeyen süt tozu ile bebek kakası renginde peynir yardımında da bulunmuştur. Sonrasında ise “Socrates” programı ile ilk, orta ve lise,“Erasmus” programıyla da üniversiteler denetim altına alınarak öğrencilere Avrupalı fikri aşılanmış ve böylece eğitim /öğretim ABD’nin tam denetimi altına bırakılmıştır. Türkiye’nin çok partili döneme geçtiği 1950’den itibaren ABD’ye olan bağımlılık, Menderes hükümetiyle de devam etmiştir. R. Tayyip Erdoğan’ın, “Biz onun devamıyız” dediği Adnan Menderes, 1952’de NATO’ya başvurarak Türk ordusunun yönetim ve denetimini ABD’ye teslim etmiştir.

İşte bu iki önemli anlaşma sonrasında ABD’li ajanlar yalnız ordunun değil meclisin, sivil kuruluşların, vakıfların, üniversitelerin, dershanelerin, yargının, belediyelerin, siyasi partilerin ve hatta tarikatların içine girerek yuvalanmıştır. TSK içindeki Gladyo’nun 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle 1983’de kukla Özal hükümeti göreve getirilmiş ve aynı yıl Türkiye ye “Sanayi yatırımı yapmayacak, asla fabrika kurmayacaksınız. Devletin elindeki tüm fabrikaları da satacaksınız” emri verilmiştir. İşte o yıllardan beridir kamuya ait her şeyin üzerine “özelleştirme” perdesi atılarak satılmış, özelleştirilmiştir. Rusya Türkiye’nin kalkınmasında, sanayileşmesinde büyük destekler verirken ABD ise kendi çıkarlarını korumak için Türkiye’yi dönüştürecek projeler hazırlamış, askeri üsler kurarak sessiz işgale başlamıştır. 

İstanbul başkentli federasyon sistemi

Türkiye’nin üs haritasına baktığınız da neredeyse ülkenin tüm coğrafyasının sessizce işgal edilmiş olduğunu göreceksiniz. Adana, İzmir, Malatya, İstanbul, Konya, Balıkesir, Muğla, Ankara, Amasya, Çanakkale, Diyarbakır, Eskişehir, İzmit, Kütahya, Lüleburgaz, Sivas, İskenderun, Ordu, Rize, Erzurum, Van, Mardin, Tekirdağ ve Gaziantep’teki üsler, NATO destekli sözde koruma amaçlı en önemli ABD üslerdir. Adana / Hatay Toroslar da kurulu üs aynı zamanda CIA / Gladyo’nun eğitim üssüdür. Türkiye’deki üslerin dışında Ortadoğu’da ki ezeli rakibi Rusya’ya karşı cephe oluşturmak ve bölgeyi gözetlemek için de Irak’ı işgal ederek yeni bir gözetleme kulesine daha sahip olmuştur. Sonrasında Suriye ile birlikte Türkiye’yi de dağıtmak için açılım programını eş zamanlı olarak Ergenekon kumpasıyla birlikte devreye sokmuştur. Ancak Esad’ın dirençli mücadelesi karşısında başarılı olamamış, Türkiye’deki devrimci yurtsever kitlenin etkin ve kararlı mücadelesi sonucunda planın iç yüzü ortaya çıkartılarak kumpas çökertilmiştir. ABD’nin, birinci seçeneği olan Güneydoğu kanalı başarısız olunca bu defa Karadeniz seçeneğini devreye sokarak Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kışkırtmıştır. Güneydoğu seçeneğinde nasıl ki Kürtler ile radikal dincileri maşa olarak kullandıysa Karadeniz seçeneğinde de Ukrayna’yı maşa olarak kullanmıştır. Rusya bu gerçeğin farkında olduğu için Ukrayna’ya müdahale ederek emperyalist planı bozmaya çalışmaktadır. Geçmişten günümüze değin başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa gibi emperyalist ülkeler Türkiye üzerindeki planlarını alenen itiraf etmelerine rağmen Türkiye’nin donanımsız, bilgisiz, öngörüsüz yöneticileri halen bu gerçeğin farkına varamamış veya güdümünden kurtulamamıştır. 

CIA Türkiye eski şefi Paul Bernard Henze’in 2006 yılında Beyaz saraya sunduğu Türkiye raporunda, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Türkiye cumhuriyetini kuranların aynı zamanda sıkı bir denetim mekanizması kurduğuna işaret ederek “Hükümeti ikna ettiğimizde, Meclis; Meclisi ikna ettiğimizde, ordu; orduyu ikna ettiğimizde yargı karşımıza çıkabiliyor. Türkiye’nin bu şekliyle, Amerikan politikalarının yanında olacağından emin olamayız.” diyerek Türkiye planlarını açıkça ortaya koymuştur. Yine aynı raporda; Amerika’nın çıkarı, Türkiye’de bir federalizm yani federal devlet kurulması ise ve ana planda bu federasyonun adı konulmuşsa, (İstanbul Başkentli Yakın Doğu Federasyonu) mutlaka ve öncelikle yargı, ordu, meclis ile hükümeti tek elde toplayan başkanlık rejimine geçilmesi gerektiğinin altı çizilmiştir. AKP’nin başkanlık sistemindeki ısrarı da açıkça belirtildiği gibi Amerikan çıkarlarını korumak içindir. Ayrıca Libya ve Irak örneğinin verildiği raporda, “Eğer o bir kişi (devlet başkanı) Amerikan çıkarlarına yardım etmek konusunda tereddüt ederse bir kişi üzerine kurulmuş yapıyı yıkmak Amerika için sorun olmaz.” ifadelerine yer verilmiştir. Paul Bernard Henze’ye göre bir kişiyi ikna etmek, birbirini denetleyen yapıyı ikna etmekten çok daha kolay olacaktır ki bu çok önemli ve doğru bir tespittir. Buradan çıkan net sonuçta şudur; AKP’nin cilalayıp parlattığı başkanlık sistemi, Türkiye’nin tek elden kontrol edilmesini sağlayan ve Amerikan çıkarlarını koruyan bir projedir. Başkanlık sistemiyle emperyalizm, parlamenter sisteme nazaran çok daha kolay hükümetler kurup, yıkacak ve böylece Türkiye’yi tam denetimi altına alarak yönetecektir.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.