Dijital faşizmin genetik kodu: 060606

Veysel BOĞATEPE

 Önceki yazımda AIDS virüsünün kimler tarafından ne amaçla, nerede üretildiğine dair örnekler vererek bugün karşı karşıya kaldığımız Covid-19 salgını ile aralarındaki benzerliklere dikkat çekmiştim.  Konuya ilişkin Temmuz 2020’de bu sitede yayınlanan “Dijital Çağın Oyun Kurucuları” başlıklı ilk yazımda ise (bu yazının ilk yayınlanma tarihi 20 Nisan 2019’dur) 2010 Yılında ABD’de salgınla ilgili Çin’i merkezinde tutan simülasyon çalışmalarının yapıldığını hatırlatmıştım. O tarihten yaklaşık altı yıl sonra yani 2016’da dönemin ABD başkan Barack Obama, Denver Havalimanında yapılan salgın tatbikatını havalimanının gizli sığınaklardan, kimseye görünmeden yönetmişti. Bu detay önemliydi çünkü bu tatbikattan birkaç gün sonra ABD’nin en saygın gazetelerinden The Guardin Gazetesi'nde çok kısa bir yazı yayınlanmıştı. Matta Busby imzasıyla yayınlanan bu yazıda “Dijital Pasaport’tan söz ediliyordu. Salgının başlamasından birkaç ay sonra da 17 Ekim 2020’de aynı yazarın yine aynı gazetede daha geniş bir yazısı yayınlandı. Söz konusu yazıda ABD’den İngiltere’ye uçan az sayıda yolcunun giriş ve çıkışlarının Dünya Ekonomik Formu tarafından da desteklenen dijital pasaportla gerçekleştirildiğinden ve herhangi bir sorunla karşılaşılmadığından söz ediliyordu.


   Önceki yazımdan hatırlayacak olursak Bill-Melinda Gates Vakfı’nın yanı sıra WEF, DAVOS gibi küresel ölçekli kurumların bu planın içinde olduklarına ve WHO’nun arkasına saklandıklarına işaret etmiştim. Daha endişe verici olan ise ABD ile İngiltere arasında gerçekleştirilen dijital pasaportlu uçuştan yedi ay önce Bill- Melinda Gates Vakfı’nın, 26 Mart 2020’de numarası 060606 olan aşıya patent almak için WHO’ya başvuruda bulunmuş olmasıydı. Yaptığı tahlil ve tespitleriyle tanınan Dr. Christiane Northup, genetik madde transferi olduğunu söylediği 060606 barkotlu aşının MIT Üniversitesinde (önceki yazımda bu Ünv’ye geniş yer vermiştim) üretildiğini ve WHO’nun da bu aşıya onay verdiğini söylemişti. Bu doktor susturuldu mu bilemiyorum ancak benim de makul şüphelerimi doğrulayan açıklamalarda bulunmuş ve özellikle de bu aşının lusiferaz (boyar madde) içerdiğini ve insanların DNA’sını değiştirme maksadıyla üretildiğine dikkat çekmişti. 

Aşıların masumiyeti ve sonuçları


  Hepimizin umutla bel bağladığı aşı yaklaşık bir yıl sonra büyük bir sevinçle karşılansa da belirsizliği derinleştirmekle kalmadı beraberinde çelişkileri de getirdi. Çin aşısı SinoVAC’ın ilk olarak denendiği pilot ülkelerden Endonezya, Brezilya, Şili, Hong Konk, Bangladeş’ten aşı öncesi ve sonrasında çelişkili açıklamalar gelirken pilot ülkelerden Türkiye’de ise havuz medyasının başarı propagandasına dönüşmüş durumda. Çin meşeli aşının ilk uygulandığı Endonezya’da yüzde 97 koruma sağladığını büyük bir coşkuyla haberleştiren havuz medyası, Endonezya’da kitlesel aşılamayı gerçekleştiren Bio Farma yetkilisi Bambang Heriyanto’nun yaptığı başarı açıklamasını sonradan düzelterek kesin sonuçlar için beklenmesi gerektiği yönünde yuvarlak bir cümle kurduğunu okuyamadı veya okumak istemedi. Ayrıca Avustralya’nın kendi ürettiği aşının denekler üzerinde hatalı sonuçlar verdiğini ve kamu sağlığını riske atacağı için bir yıl süreyle ertelediğini, BioNTech geliştirdiği aşının yapıldığı bir deneğin ise üç gün sonra öldüğünün, ABD’nin Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından doğrulandığını göremedi veya görmek istemedi. Tüm bu örnekler, üretilen aşıların farklı sonuçlar verdiğini, yan etkilerinin ise hemen sonra anlaşılamayacağını göstermektedir.


   Tüm bu gerçekler ışığında yanıtlamamız gereken en kritik soru; üretilen birçok aşıdan hangisinin güvenli olduğudur. Çünkü ABD’nin yeni başkanı Joe Biden’in, bütün dünya ülkelerine bedava dağıtacağını söylediği aşının, 060606 barkot numarasıyla patenti alınan aşı olduğuna dair tıp adamlarının görüş ve uyarıları, aşıya olan güvensizliği daha da derinleştirmektedir. Kendi alanında uzman Dr. Christiane Northup’un, Massachusetts Teknoloji Enstitüsünde üretildiğini ileri sürdüğü aşının içinde Nano-kristal partiküller barındırdığını, insan DNA’sını değiştirecek bir RNA aşısı olduğunu ve bu aşı ile genetik madde transferi yapılarak insanı şeffaflaştıracağını söylüyordu. Karanlık işleriyle anılan Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün laboratuarlarında daha önce de (Massachusetts Institute of Technology) on milyon dolar bütçeyle AIDS virüsünün üretildiğine dair geniş bilgi vermiştim. Şimdilik varsayım olarak kabul edeceğimiz bu öngörü ve tespitlerden, toplanan biyometrik bilgileri sayesinde toplumların tüm davranış ve alışkanlıklarının izlenerek kontrol edilmek istendiği anlaşılmaktadır.

Dijital faşizmin toplama kampları


  Bilimin ve siyasetin kendi arasında dâhi uzlaşı sağlayamadığı, bir birini çürüten görüşlere yer vererek belirsizliği daha da derinleştirdiği ciddi bir küresel oyunun sahnelendiğini söylemek yanlış bir saptama olmayacaktır. Çünkü bir yandan insanlığa can simidi olarak aşılar uzatılırken diğer yandan da yeni faşizmin alt yapısı eşgüdümlü bir şekilde hazırlanmaktadır. Çünkü “ikinci aşama” olarak nitelediğim aşılamadan sonra üçüncü ve son aşamaya geçebilmeleri için kamusal alanların genelinde daha sert önlemlerin alınması söz konusu olabilir. Aşının zorunluluğu uluslar arası hukuki sorunlar doğuracağı için zorlamayla değil de mecbur bırakılarak tam kontrol etme yoluna gidilecektir. Örneğin; Almanya’nın, 16 Aralıktan 2020’den itibaren kamusal alanlarda sıkı önlemler alacağını, İngiltere ile Hollanda’nın aşı olmayanlara karşı alıkoyma da dâhil her türlü önlemi alacağı yönünde açıklamalarda bulunması, Arjantin, Çin ve Latin Amerika ülkelerinin bazı şehirlerinde aşı olmadan kalabalık mekânlara girilmesinin yasaklanması, aşı karşıtlarına karşı alınan en bariz önlemlerdir. Daha somut bir örnek var ki o da Kanada’nın Ontario bölgesinde aşı olanların can güvenliğini sağlamak maksadıyla toplama kampları hazırlandığı yönünde çıkan haberleri başbakan Justin Trudeau’nun, toplum sağlığını koruma amaçlı hazırlandığını söyleyerek doğrulamış olmasıydı. Bu arada Kızılderililerin yoğun yaşadığı Kanada’nın Ontario bölgesinin, 1950’den 1965 yılına kadar korkunç deneylerin yapıldığı bölge olduğunu da hatırlatmak isterim. 


   Türkiye ise dijital kimliğin ön hazırlığı diyebileceğimiz HES (Hayat eve sığar) uygulamasıyla alt yapıyı oluşturmaya başlamıştı. İlk olarak uçak seyahatleri için zorunlu hale getirdiği HES uygulamasını daha sonra da tüm kamu kurum ve kuruluşlarında zorunlu hale getirerek yaygınlaştırmaya başladı fakat bununla da sınırlı kalınmayacak, sokaktaki simitçiden alışveriş yapmak ve hatta evden çıkmak bile mümkün olmayacaktır. Dünya genelinde farklı yöntemlerle uygulamaya konulan fakat aynı amaçta birleşen benzer yöntemlerle insanların yalnızca aşı kayıtları değil seyahatleri, ziyaret yerleri, kullandığı ilaçlar, kalp atışları, cinsel aktiviteleri gibi tüm biyometrik bilgileri bulut sisteminde depolanırken her birey adeta birer vericiye, canlı antene dönüşmekle kalmayacak mahremiyetini ve özgürlüğünü de yitirecektir.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.