İslami Düşüncenin Metodoloji Sorunu: “Kur’an Ve Sünnete Yaklaşımlar” 

Prof. Dr. Caner TASLAMAN

İslam tarihi içinde yapılan birçok tartışma, halkın pratik uygulamalarında değişikliğe sebep olmadığı için; zamanında çok ihtilafla, hatta kan dökülmesine sebep olan bu tartışmalar geniş Müslüman kitle tarafından unutulmuştur diyebiliriz. Örneğin Kuran’ın yaratılmış olup olmadığına dair tartışma böylesi bir ihtilaftır. Geniş halk kitleleri “ Kuran Allah kelamıdır” inancını yeterli görmekte, bu imanlarını ilk zamanların hareketli tartışmalarını hiç bilmeden muhafaza etmekte ve de önemli bir bölümü Kuran’ın yaratılmış olup olmadığı tartışmasıyla hiç yüzleşmeden yaşamlarını tamamlamaktadırlar.

Fakat İslami düşüncenin metodoloji sorunu olmuş bitmiş ve tarihte kalmış bir tartışma değildir. Çünkü Müslümanların her gün yaşadıkları hayatın nasıl olacağı ve olması gerektiği metodolojik bu sorunda nasıl bir tavır alınacağıyla ilgilidir. Erkekler sakal bırakmalı mı? Kadınlar başörtüsü giymeli mi, giymeliyse bu başörtüsünün şekli nasıl olmalı? Farklı mezhep üyeleriyle evlenilir mi? Sol elle yemek yenilir mi? Haremlik-selamlık uygulaması yapılmalı mı? Saydığımız tüm bu sorular ve daha binlercesi günlük yaşama içkin sorulardır, bu sorulara verilecek cevap günlük yaşamın nasıl yaşanacağına, insanlar arası ilişkilerin nasıl belirleneceğine sebep olmaktadır.

Bundan 2 – 3 asır önce toplumu şekillendiren din ve gelenek ile erkeklerin ve kadınların kıyafeti, kadın – erkek arası ilişkiler ve yemek yemeden, insan ilişkilerine kadar geniş bir yaşantı düzeni belirleniyordu. Böylesi bir ortamda halkın zihninde din ve gelenek önemli ölçüde özdeşleşmişti ve yaşamın her alanı din ve geleneğin ayırt edilemeyecek şekilde karıştığı bu paradigmanın belirleyiciliği altındaydı. Ama aydınlanma, pozitivizm, modernleşme, hümanizm, feminizm, laiklik gibi akım ve düşüncelerle bu paradigma sarsıldı. En son olarak da küreselleşmenin belirleyiciliği iyice geleneğin yerine geçti. Küreselleşme ile bu sürecin bayraktarlığını yapan Batı medeniyetinin değerleri de küreselleşti. Böylece erkeklerin ve kadınların kıyafetlerinden, kadın – erkek arası ilişkilerden hayatın hemen hemen her alanına kadar küreselleşmenin değerleri gelenek – din karması paradigmaya rakip oldu

Bu rekabet İslami .düşüncenin metodoloji sorunu üzerine olan tartışmaları da alevlendirdi. Artık neyin geleneğe, neyin dine ait olduğunun belirlenmesi yaşamın pratikleri açısından önemli hale geldi. Sakalını kesmeyen erkeğin iş bulması, başörtüsünü çıkarmayan kızın okuması veya haremlik-selamlık uygulamasına bağlı bir kişinin gündelik ilişkiler ağının çok büyük bir bölümüne katılamaması tehlikesi doğdu. İnsanların önemli bir bölümü “gerçekten din” olan için fedakarlık yapmaya hazırdırlar. Fakat sadece “gelenek” için aynısı söylenemez. Bu ortamda medyada ortaya çıkan tartışmalar halkın kafasını iyice karıştırdı. Başörtüsünün veya haremlik-selamlığın dinde olup olmadığı tartışıldı ama bu tartışmaya katılanların çoğu metodoloji açısından tutarlı bir tavır sergileyemediler. Bazen hadislerin güvenilir olmadığını söyleyip bir tavır belirleyenler, diğer bir tartışmada en zayıf kabul edilen hadisler ile fikirlerini desteklemeye çalıştılar.

Tüm bunlar şunu göstermektedir ki eğer İslami metodoloji konusunda baştan bir tavır belirlenmeden tikel konular üzerinde karar verilmeye kalkılırsa; birincisi şahıslar hevalarına göre din oluşturacaklardır, ikincisi ortaya çıkacak kafa karışıklığı artarak devam edecektir. Varılacak sonuçların tutarlı olmasına karşıt iki tane de sakınılması gereken tehdit gözükmektedir:

Tarih içinde oluşan insan yapısı geleneğin, Tanrısal olan  din gibi sunulmasının tehlikesi. Bu tarihten gelen tehdittir.
Küreselleşmenin oluşturduğu insan yapısı geleneklere oluşan özenti ile Tanrısal olan dini, zorlama çekiştirmelerle küresel değerlere uydurmanın tehlikesi. Bu günümüzden gelen tehdittir.
Gelenek, tarihsel kabulü ve uzun zaman dönemindeki geçmişten aldığı güçle belirleyiciliğe soyunur. Geleneğin anti tezi olan modernite ise belli bir fikrin yeni olmasını üstünlük vesilesi sayar ve birçok zaman “yeni”yi “doğru” olarak empoze eder. Tanrı’nın bildirgelerine dayanan din ise Tanrısal bildirimleri her türlü otoritenin üzerinde görür ve her alanda mutlaklığını ilan eder. Tanrısal din, kendine karşıt olacak gelenek ile veya modernite ile uzlaşması düşünülemez. Tanrısal otoriteye karşı tarihten gelmeye dayalı bir meşruiyet de, “yeni”yi “doğru” ile karıştıran bir anlayış da kabul edilemez; bu yüzden Tanrsal din kendisiyle çelişen geleneği de moderniteyi de reddeder.

Fakat, Tanrısal dinin, kendisi ile çelişmeyen geleneği veya moderniteyi reddetmesi için bir sebep yoktur. Kuran’dan dinde açıklanmayan hususların “bağışlanmış” alanda olduğunu anlıyoruz (5-Maide Suresi – 101). O zaman, din alanının dışındaki bu “bağışlanmış” alanın bireyin insiyatifinde olduğunu kabul etmek gerekir. Burada asıl olan, doğru bir metodoloji ile geleneği dinden ayırarak ve bu ayrımı yaparken küreselleşmenin değerlerine göre çekiştirme yapmamaya özen göstererek neyin “din” neyin “bağışlanmış” olan olduğunu belirleyebilmektedir. Örneğin böylesi bir kaygıyla erkeklerin kıyafetlerinin dinen nasıl olması gerektiği sorunu ele aldığımızı düşünelim. Ortaya koyulan metodoloji sonucunda şalvar, sarık, cübbe gibi kıyafetler giymenin veya sarı, kırmızı kıyafetler giymemenin din ile alakası olmadığı kanaatine vardığımızı düşünelim. Vardığımız sonuç kravat veya ceket giymenin dinen daha iyi olduğu anlamını taşımaz. Artık geleneğin kıyafetleri olan şalvar, sarık, cübbe ile modernite sonucu yaygınlaşan kravat veya ceket giymenin hangisinin “daha uygun” kıyafetler olduğu bir modernite-gelenek tartışması olarak yapılabilir. Ama ortaya konan metodoloji erkek kıyafeti ile ilgili bu alanı Maide Suresi 101’deki “bağışlanmış” alan olarak tespit ediyorsa; bu metodolojinin istediği modernite-gelenek arasındaki gerilimin din-modernite veya din-gelenek şeklinde bir geleneğe dönüştürülmemesi, tartışmalarda dinin alet olarak kullanılarak bir görüşün diğerine üstünlük sağlaması amacıyla kullanılmasıdır.

Ortaya çıkan sorunların önemli bir kaynağının kıyafetten tuvalet adabına, yatış şeklinden gündelik hayatın hemen hemen her yönüne tüm yaşantıların dinsel referansla meşrulaştırılmaya çalışması olduğu gözükmektedir. Böylesi geniş bir alanın dinsel meşrulaştırılma ile belirlenmeye çalışılması, tanrısal dinin insan fikirleri ile genişletilmesine sebep olmuştur. Sonuçta “İslam” denilince akla gelen hayata dair pratiklerin önemli bir kısmı halkın zannettiğinin aksine, Tanrısal olmak yerine insani oluvermiştir.

İnsani olan unsurlara referans olan gündelik hayata dair şekillendirme yapmak kolay değildir. Fakat ontolojisinin merkezinde Allah’ın yer aldığı dinin, bu ontolojisinden alınan güçle gündelik hayatın tüm detaylarını “sevap”, “günah” gibi başlıklar altında belirlemenin gücünden faydalanmak istenmiştir. Bu yönden aslen “insani” olan alanın, Tanrısal olarak (din olarak) sunulmasını sağlayan metodolojiler ön plana çıkartılmıştır. Birçok zaman bu, dine zarar vermek adına veya dini tahrif etmek için yapılmamıştır. Fakat niyet ne olursa olsun sonuç “insani” unsurların Tanrısal din ile karışmasın yol açmıştır.

Bu anlayışın ortaya çıkmasına yol açan metodolojinin ortaya konmasında özellikle İmam Şafi’nin rolü çok önemlidir. O, sünnetin dindeki otoritesini Kuran ile eşitlemiştir. Şafi’den önce ve O’nun dönemindeki insanların bir çoğu sünnet ile tuvaletten sofra adabına kadar çok geniş bir alanı algılamıyorlardı. O’nunla beraber Sünnet’in ne olduğu, bu kavramdan ne anlaşılması gerektiği ile ilgili soruya; Sünnet’i mümkün olan en geniş şekilde anlayan anlayış hakim olmaya başlamıştır. Üçüncü ve dördüncü yüzyılda yazılan ünlü hadis kitapları ile haberi vahidlerin; tek bir ravi zinciri ile nakledilen hadislerin dindeki otoritesi iyice güçlendi. Sünnet ile hadisler birbirine eşitlendi.  Bu ise hadis metodolojisinin tüm sorunlarının İslam düşüncesinin en önemli metodoloji sorunu olmasına yol açtı.

Kuran’ın 6500 civarındaki ayetine karşılık yüz binlerce hadis ortaya çıkmıştı. Her ne kadar “makam” olarak hadislerin otoritesinin ikinci sırada olduğu söylendiyse de;doğruluğun güvenilir kaynağı olmakta haberi vahidler ile Kuran ayetlerinin arası ayrılmadı. Bu ise hacim olarak Kuran’dan kat kat fazla olan hadislerin dindeki belirleyiciliğini Kuran’ın da önüne geçirdi. Oysa Buhari gibi bir çok ünlü hadis bilgini mana ile rivayeti meşru görmüşlerdi. Bu ise, hadisin gerçek anlamını anlamayan ravilerin ve yorumların peygamberin anlayışına ciddi tahribat yapabilmesine kapıları açmak demekti. Ayrıca hadis metodolojisindeki tartışmalarda cerh-tadil gibi konularda otoritelerin uzlaşamaması; bir alimin “en güvenilir” gördüğü kişinin, diğer bir alimce “insanların en güvenilmezi” kabul edilmesi de bir çok mevzu hadisin  ayıklanamadığının en çarpıcı göstergelerinden biridir. Ayrıca recm konusu gibi bazı olaylarda hadislerin, Kuran’ın hükmünü nesh edebileceği de söylenmiştir ki bu aslında, kimi durumlarda hadislerin otoritesinin Kuran’ın otoritesinin üzerine çıkarıldığını gösterir.

İslam üzerine yapılacak bir metodoloji girişiminin -ki  mutlaka yapılmalıdır- en başta Şafi’nin ortaya koyduğu metodoloji ile ve haberi vahidlerin dindeki otoritesiyle hesaplaşması gerekmektedir. Günümüzdeki Hanefi mezhebinin bile ehli-rey kimliğinden çıkartılarak Şafi’nin metodolojisine göre değişime uğratıldığı görülmektedir. Bizim kanaatimizce, Kuran’ın otoritesini genişleten, haberi vahidlerin otoritesini sorgulayan ve dinin belirlemesinin dışında geniş bir “bağışlanmış” alan olduğunu gösteren bir metodolojinin oluşturulması gerektirilmektedir.

İslam’ı daha iyi anlamak ve anlatmak için oluşturulan bir metodolojinin, toplumların geniş bir kesiminin dinsel pratiklerini belirleyen tasavvuf düşüncesi ve tarikat geleneklerini de sorgulaması gerekir. Bazı tarikatlar “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” gibi bizce mevzu olan hadisler ile ve “ölünün kendisini ölü yıkayıcısına teslim ettiği gibi şeyhine bırakma” gibi ilkeler ile müntesiplerini şeyhin mutlak otoritesini teslim ettirmekte ve bu teslimiyeti dinsel bir gereklilik gibi göstermeye çalışmaktadırlar. İslami metodoloji açısından, tarikatta olanların ve olmayanların ayrı metodolojilere bağlı olmaları düşünülemez. Kuran’ın otoritesi bir tarikat mensubu için neyse, mensubu olmayan için de aynıdır. Bu ilke birçok kişi tarafından dile getirilse de uygulamada çok aksaklıklar olmuştur. Mevzu hadislerin dinsel alanı genişletmesine engel olmak gerektiği gibi, şeyhlerin rüyaları, batıni bilgileri veya seyri süluklarıyla “yeni dinsel bilgiler” üretmelerinin mümkün olmadığının da ortaya konacak metodolojide önemle belirtilmesi gerekir.

Ortaya konacak metodolojinin düzeltmesi gerekli olan en temel sorunlar bizce şöyledir:

Haberi vahidlerin dindeki otoritesi.
Mezhep mukallidliği ile din anlama.
Dinsel alanı genişleten “sahte otoritelerin” deşifresi
Kuran’ın dindeki otoritesini güçlendirmeye ve Maide Suresi 101’de de işaret edilen “bağışlanmış” alanın genişletilmesine dayanmasının gerektiğini düşündüğümüz metodolojinin dikkat etmesi gerekli iki tehlike ise şöyledir:

Din ile karışan geleneklerin gücünden çekinme veya bu geleneklerle zihnin yoğrulması yüzünden, Tanrısal din ile karışan insani gelenekleri ayıklayamama.


Küreselleşme ile gelen değerlerinin popülerliği ve cazibesi ile, bu değerlere dini uydurmaya çalışarak dinde tahrifat yapma.

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.