Türkiye Endonezya olur mu?

Özgür UYANIK

1960’larda Endonezya’da sosyalistler iktidara gelecek kadar güçlenmişlerdi. Pragmatist bir ulusal lider olan Sukarno önce solcularla sonra Çin’le ittifaka yöneldi. Fakat hem ABD hem de Sovyetlerle ilişkileri bozdu. Hatta ülkesini Birleşmiş Milletlerden bile çıkardı. Bu arada derinleşen ekonomik kriz ve sosyal hoşnutsuzluktan faydalanan ordu etkinliğini artırmaya başladı. CIA ile ilişkili General Suharto bir yandan sosyalistleri hedef alan operasyonları yönetirken diğer yandan gizli ve kitlesel bir iç savaş örgütlenmesi olan “Golkar”ı kurdu. Golkar aracılığıyla halka ekonomik krizin sebebi olarak sosyalistleri ve komünist Çin’i hedef gösterdi. Çoğunluğu Müslüman olan Endonezyalıları, dinsiz solcular ve Çinlilerin halkın ekmeğini çaldığına inandırdı. Müslümanlar tüccarlar Çin kökenli esnafı, yoksullar ise sosyalistleri krizin sebebi olarak görmeye başladılar. Ordu onları örgütleyip sokağa saldığında büyük bir nefretle hepsini öldürmekten çekinmediler. Ordu istihbaratı tarafından yönlendirilen çeteler sokaklarda sosyalist ve Çinli avı başlattı. İki yıl içinde beş yüz bin kişi en vahşi yöntemlerle öldürüldü. Ordu tarafından korunan çeteler insanları evlerinden, işyerlerinden, okullardan ve sokaklardan alıp önce işkence ediyor sonra da palalarla parçalıyordu. Kendi görüşlerinden olmayan herkesi komünistlikle suçlayıp öldürüyorlardı. Çünkü bu onlar için hem meşruydu hem de bunun için yargılanmayacakları garanti edilmişti.

Endonezya 1965-66 olaylarından sonra General Suharto’nun 30 yıl sürecek yönetimine girdi. Suharto’nun kurduğu rejim ülkeye ne ekonomik ne de siyasal istikrar getirdi. Yolsuzluk ve şiddet gündelik hayatın parçası haline geldi. Silahlı çatışma, terör grupları ve ayrılıkçılık güçlendi. Sonuçta çoğunluğu Katolik olan Doğu Timor 1999’da Endonezya’dan koptu.

Siyasal organların gelişmediği, toplumun kanunların koruyuculuğuna güvenmediği ülkelerde barbarlık egemen olur. Üretimin geri bir teknolojiye dayanması, nitelikli insan gücünün düşüklüğü, melez bir ideolojiyle kafaların karışık olması ve kendi gerçekliğini rasyonel biçimde değerlendirmekten uzak oluşu bu tip toplumların ortak yanıdır.

Türkiye, Suriye savaşının başlangıcından bu yana her geçen gün daha fazla kamplaşıyor. Cumhuriyetin birleştirici değerleri bile iktidarın çatışmacı dilinin kurbanı oldu. Milliyetçilik, din hatta Kürt oylarını kazanma adına her şey bir diğerine karşı kullanıldı. Öyle ki vatandaşlarda Suriyeli sığınmacıların kayırıldığına dair bir izlenim bile oluştu. Sonuçta toplum değişik kamplara derin biçimde bölündü.

Bu sosyal parçalanma etrafı bir ateş çemberiyle sarılmış ülkemiz için en büyük tehdit haline geldi. Aydınlar, siyasetçiler, bilim adamları hep bir ağızdan bu kamplaşmanın sona erdirilmesi için çağrıda bulundular. 10 Kasım törenlerine iktidarın geniş katılımı bir rahatlama sağladı. Ancak sorunlarımız o kadar birikti ki ulusal birliğimizi sağlamak eskisinden daha zor hale geldi.

Ülkemizin doğusunda neredeyse 30 yıldır sürmekte olan OHAL uygulaması15 Temmuz 2016’dan bu yana genele yayıldı. Otuza yakın KHK yayınlandı. Evlilik programlarına yasaktan kış lastiği düzenlemesine kadar OHAL’in gerekçesiyle bağlantısı olmayan kararlar bu KHK’lara girdi. Zaten tartışmalı olan meclis iradesinin üzerinden geçildi.

12 Eylülden beri adım adım meclisin siyasal gücü eridi. Son yıllarda milletvekillerinin sadece parti kararları yönünde oy kullandığı bir “parmak demokrasisi ”ne dönen sistem artık buna da ihtiyaç duymaz hale geldi. Son KHK kararından anlaşıldığı kadarıyla güvenlik meselesi sokaktaki vatandaşa da yetki verecek biçimde genişletildi.

15 Temmuzda bazı grupların ne olduğundan habersiz askerlere karşı giriştiği linç görüntüleri zihnimizde canlı biçimde duruyor. Çabuk galeyana gelen bir milletiz. Çinli sanıp Uygur Türkü’ne saldıracak, Hollanda’ya kızıp portakalı bıçaklayacak kadar bilinçsizce davranabiliyoruz. Üstelik yakın tarihimizde Maraş ve Sivas katliamları, Çorum olayları, sağ-sol çatışmaları var.

Kuşkusuz Türkiye bir Endonezya değildir ama ekonomik kriz ve sosyal alt-üst oluş koşullarında her türlü sapma ortaya çıkabilir. İktidara yakın olmayan kesimlerde hayat kaygısı yaratabilecek her türlü uygulamadan uzak durmak gerekir. Bir kesime “biz her şeyi yapabiliriz” güveni vermek bir otorite karmaşasına yol açar. Ulusal birliği paramparça eder. Halkın birbirine güven ve saygı duymadığı bir ülkede güvenlik de mümkün olmaz.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.