Uygurları savunmak insanlık görevidir

Özgür UYANIK

Ne yazık ki bizde toplumsal, siyasal meseleleri hak-hukuk temelinde değerlendirip, kanaat oluşturma alışkanlığı yok. Çünkü bizde hak arama diye toplumsal bir kabul yok. Bu yüzden sorunu kavramak yerine, “dışarıdan” önümüze konulandan birini seçerek, taraf olmak kolayımıza geliyor. 

Diğer her konuda olduğu gibi Çin’in Uygur Türklerine yönelik politikalarıyla ilgili de aynı tarafgirlik geçerli. Laik kesimler kurban ya da tanıklara kulak tıkayıp Çin’in uygulamalarını destekliyor. Çin’in “desislamizasyon” politikasını “kültür devrimi” olarak sunup, “eğitim merkezlerini” Köy Enstitüsüyle bir tutuyorlar. Karşı taraftakiler ise Uygurların insan ve bir toplum olarak haklarını savunmak yerine meseleyi inanca indirgiyor. 

Uygur ve genel olarak Çin’in Türk sorunu binlerce yıllık bir hadise. Ancak 2017 yılından bu yana Çin devletinin Uygur topraklarındaki uygulamalarını değerlendiriyorken bu tarihsel arka plana takılıp kalmamak lazım. Çünkü her büyük ülkenin azınlıkları asimile etme, etnik unsurları tek bir ulus kimliği altında birleştirme politikaları vardır. Savaşta, iç savaş dönemlerinde ya da topraklarını genişlettikleri iç fetih harekâtlarında bu azınlıkları ezip, sürüp ve yok ettikleri örnekler sayısızdır. 

Bugün ise Çin bir savaş ya da iç savaş yaşamıyor. Uygurların Doğu Türkistan Hükümeti 1947’de imzaladıkları bir anlaşmayla Çin Halk Cumhuriyeti’nin özerk(1955’de tanınmış) bir parçası olmuş. Buna itiraz eden de yok. Buna rağmen Çin devleti olağanüstü tedbir ve uygulamalar başlatmış.

Bunların en dikkat ve tepki çekeni de “eğitim merkezleri”. 
Pekin hükümet sözcüsü "aşırı dinci düşüncelerden etkilenen ve onun kontrolü altına girmiş insanların bu merkezlerde hem meslek edindiğini hem de topluma entegre edildiğini' söylüyor. Çin İstanbul başkonsolosu konuyu “Aşırı dinci düşüncelerden etkilenen insanlar eğitim merkezlerinde yeni ve modern bir hayata kavuşuyor" diye açıklıyor. Başkonsolos Ciu Wei “eğitim merkezleri”nde Çince öğretildiği, meslek eğitimi ve en önemlisi “birden fazla kadın almak, kafir öldürmek” gibi radikal dinci düşüncelerin suç olduğunun anlatıldığı Çin hukuku dersleri verildiğini söylüyor. 

Haktan, hukuktan habersiz kişiler için ikna edici sayılabilir bu sözler. Milyonlarca insanın denetim, gözetim altında ve hapis koşullarında yaşamak zorunda kalması hiçbir şekilde eğitim olarak adlandırılamaz. Halkın bir kesiminin inanç ve milli kimliği sebebiyle tehdit olarak değerlendirip kamplara kapatılması, her birinin “aslında o ülkeye tehdit olmadığını” kanıtlamak zorunda bırakılması hiçbir hukuksal temele dayandırılamaz.
Bunları savunan kişiler sırf laik anlayışa sahip oldukları için eğitim kamplarına toplansalar ve bir tür zorunlu din eğitimine tabi tutulsalar ne düşünürlerdi?

Eğitim bir haktır. Reşit bir insan ister o eğitimi alır isterse almaz. Suç, hukukta tanımlanan somut bir eylemdir. Öyle Çin Büyükelçisinin söylediği gibi “suçları hafif olan kişiler” diye bir kavram yoktur. Bu kamplara kapatılan milyon dolayındaki kişi ne gibi bir küçük suç işlemiş olabilir? Hırsızlık yaptıysa bir cezası vardır kanunda. Eğer bahsedilen şey bölücük ya da terörizmse bunların Çin’deki cezası ölümdür. Eğer bu da değilse, örneğin bir akrabasının dini bir örgütlenmeye üye olması da bir insanı “küçük suçlu” yapar mı? 

Uygur bölgesinde 2008-2009 yıllarında bazı olaylar yaşandığını biliyoruz. Afgan koridorundan gelen bazı dinci terör gruplarının saldırıları oldu. Urumçi’de Uygurlar ile Han Çinlileri arasında çatışmalar patlak verdi. Fakat bunlar kısa süre içinde Çin güvenlik birimlerinin müdahalesiyle bitirildi. Bu çatışma ve provokasyonların Çin’i tehdit edecek bir sürekliliği hiç olmadı.
Buna rağmen Uygurlar yoğun bir denetim ve takibe alındı. Öncelikle terörle ilişkili olduğu düşünülen kişilerin tutuklanması ve sonra onların ailelerinin sorgu, gözetim ya da hapsedilmesi başladı. Uygulama giderek tüm Uygur toplumuna doğru genişletildi. Çünkü Çin Komünist Partisi terörün kaynağının Uygur milli kültürü olduğu iddiasındaydı. Öyleyse dini yaşam ve milli töreler Çin’e uydurulmalıydı. Bunun için de Komünist Partisi’nin 1966-76 arasındaki Kültür Devrimi tecrübesine dayanan “eğitim merkezleri” kuruldu. 

Bu kamplarda çoğunluk Uygur olmak üzere Kırgız ve Kazaklar da bulunuyor. Ailesinde bir dini örgütlenmeye girmiş, ya da yaşam tarzı sebebiyle fişlenmiş kişiler bu kamplara çağırılıyor. Haklarında bir yargı kararı yok. Dolayısıyla ortada belirli bir suç ve ceza da yok. Verilen “eğitim”in özü kişilerin kendilerini otoriteye kanıtlamasına dayalı. Bunda da başlıca kıstas “esneklik”. Özellikle Müslümanların utanç verici olarak gördüğü davranışları gerçekleştirmesi, o kişinin “bağnaz” olmadığının belirtisi sayılıyor.
Kamptakiler bu süreçte her türlü kişisel özgürlükten yoksunlar. Tek tuvaletin ve sınırlı oranda suyun bulunduğu kalabalık koğuşlarda tutuluyorlar.

Herhangi bir evrensel hukuka dayanmayan, dışa kapalı, denetlenemeyen, gözlemlenemeyen bu devasa komplekslerde otoritelerin kolaylıkla şiddete başvurabileceğini tahmin etmek zor değil. Bu; denetlenemeyen ve dünyanın gözlerinden uzak gücün doğasından gelen bir durum. Kamplarda fiziksel işkenceyi aktaran çok sayıda kurban var.

Ayrıca Çin’de genel olarak tutuklu ve hükümlülere yönelik cezaevi politikalarının sertliği biliniyor. Mahkumları birbirinden yalıtma ve aynı koğuşta kalanların dahi birbiriyle konuşma yasağının olması gibi uygulamalar mevcut. 

Söz konusu kamplarda Uygurlar zorunlu çalışmaya tabi tutuluyorlar. Mart ayındaki ABD kongre raporuna göre zorunlu çalışmadan faydalanan Adidas, Coca Cola, H&M, Nike gibi çok sayıda batılı şirket var. 

Zaten batıda İslam kötülüklerin kaynağı gibi görülüyor. Çin de bunu bildiğinden Uygurların İslamdan arındırılmasını “Kültür Devrimi” gibi sunuyor. Çin Komünist Partisi’nin modern totaliterizmle Han milliyetçiliğine dayanan anlayışında Türklük ve Müslümanlık bir tehdit olarak görülüyor.

Bir başka uygulama da kamplarda tutulan Uygurların aile üyelerinin evlerine denetim memurları gönderilmesi. Buna da “Kardeş Çinli” gibi bir kılıf uydurulmuş. Çin memurları iki hafta boyunca o aileyle beraber yaşayarak evlerdeki hayatı denetliyorlar. Çin’de her şey bir kontrol aracına dönüşmüş durumda. Bu memur sofraya gayet doğal bir şekilde domuz eti koyup Uygurlu ailenin ona katılmasını bekleyebiliyor. 

Bazı Uygurların Çin’in içlerine sürgün edildiği biliniyor. Ayrıca zaten yıllardır Sincan’dan ve ülkenin kuzeyinden güneyindeki sanayileşmiş bölgelerine işçi göçü vardı. Bu politika ailelerin parçalanmasına, Uygur gibi azınlıkların 1,5 milyarlık Çin nüfusu içinde eritilmesine hizmet etmektedir. Diğer yandan Sincan bölgesinde yerleşmeleri için Çinlilere ev, iş gibi birçok teşvik sunulmaktadır. İddialar arasında Uygur kadınlarının Çinli erkeklerle baskı yoluyla evlendirilmesi de vardır.

Uygurlar’ın bir iç tehdit olması bir tarafa Müslüman toplulukların Çin’in stratejik hedefleri için problem varsayıldığı anlaşılıyor. Buna en iyi örnek Myanmar’daki Müslümanların sürülmesidir. Myanmar Çin’in stratejik Malaca boğazına tek çıkışıdır. Çin bu ülke üzerinden malını denize ulaştırmasında Müslüman topluluğu tehdit olarak görmekteydi. Myanmar’ın en uzun sahiline egemen Arakan Müslümanları bu nedenle etnik temizliğe maruz bırakıldılar. 
Uygurların karşı karşıya kaldıkları olağanüstü baskı ve kültürel imha politikalarının haber ve inceleme konusu olması ise Çin tarafından engellenmektedir.

Uygurların dünyayla bağını kesen Çin, dışarıda bir Uygur gündemi oluşmasına karşı değişik baskı yolları kullanıyor. Bunların başında Çin’in para silahını kullanması geliyor. (Çin son yıllarda küresel ölçekte en çok borç veren ülke durumuna geldi.) Ayrıca hemen tüm büyük batılı şirketlerin Çin’de yatırım ve ortaklıkları var. Uluslararası medya kuruluşlarının Çin merkezli şirketlerin reklamlarından mahsur bırakılma tehdidi de bir başka yöntem. 

Bunun dışında Çin, dışarıdaki Uygurları İnterpol’ü kullanarak kriminalize ediyor. Uygurlar hakkında uluslararası yakalama emirleri yayınlayarak onların iadesini sağlıyor. Asya ve Arap ülkelerinden yüzlerce Uygur bu biçimde Çin’e iade edildi.

Ülkemizde ise Uygur sorunu üzerine dişe dokunur bir çalışma yok. Uygurlar sorunlarını dış dünyaya anlatabilecek kendi içlerinden, etkili liderler çıkaramıyor. Temsilci diye öne çıkarılan kişiler Batıda yıllardır yaşayan zengin Uygur ailelerin mensupları. Bunların dışında kalanlar Çin’in baskıları sebebiyle göç etmek zorunda kalmış, siyasal mücadele konusunda bilgisiz kişiler. 

Bu meselede Çin’in Uygur Türklerine yönelik evrensel hak ve hukuka aykırı uygulamalarını tespit etmek birincil önemdedir. Din bağlamında geliştirilecek her şey Çin’in “radikal dinciler” propagandasına çarpacaktır. Dini yönü ağır basan Uygur örgütlenmelerinin ise Uygurlara yarardan çok zararı olmaktadır. Uygur toplumunun temsilcileri kendileri dışında bir dünya olduğu gerçeğini fark ettikçe dünya da onları fark edecektir.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.