ZERZEVAT EDEBİYATI

Veysel BOĞATEPE

Küreselleşen edebiyatımızda okuru manipüle edecek ilginç, ilginç olduğu kadar da tuhaf yol ve yöntemlere başvuruluyor. Çoğunluğunu Lise düzeyindeki gençlerin oluşturduğu “Wattpad” adlı küresel toplulukta yayınlanan bireysel sanrılar, ütopyalar okura edebi ürün olarak pazarlanırken kitap kapaklarına daha ilk baskıda bol sıfırlı rakamları atan yayınevleri ise bu gençlerin en azından kompozisyon yazıp yazmadıkları, yazmışsa kaç puan aldıklarını dahi önemsemiyorlar.

Çünkü küresel ticari alana evirilmeye başlayan edebiyatımızda amaç edebi ürünler vermek yani içerik değil, dekoratif ve süslü kapak tasarımlarıyla kitabı satmaktır.

O nedenle çok satacağı garanti olan popüler yazarların kitap kapaklarına dahi gerçek dışı bol sıfırlı baskı adetleri yazabiliyorlar.

Kapakta yer alan bol sıfırlı baskı sayısı, kitabın çok sattığına yönelik psikolojik etki yaratmak ve okurun merak duygusunu uyandırmak olduğu kuşku bırakmayan bir gerçektir.

Bu yöntemin yeni bir uygulama, pazarlama taktiği olduğu biliniyor ve genellikle baskı sayılarının bin ile üç bin arasında değiştiği de bir gerçek.

Ancak ne var ki ülkemizde kitapların ilk seferde kaç adet basıldığı pek anlaşılmadığı gibi bu konuda ki standart da henüz oluşmuş değil. 

Buna karşılık kitabın satışından çok okurun, toplumun bilgilenmesini ve aydınlanmasını amaç edinmiş toplumcu-gerçekçi yazarların ise geçmişte olduğu gibi bugün ve yarın da okur ile aralarındaki o sıkı güven bağının güçlenerek devam edeceğinden şüphe yoktur.

Salgınla birlikte her şeyin dijital ortamda eritilerek şekillendirildiği günümüzde edebiyat alanı da adeta fabrikasyon üretimine geçerken yayıncılık, yayınevleri de kurumsal kimliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya geldi.

Sanal, dijital ortamlarda türeyen yayınevleri özellikle de gençleri hedef alan yoğun reklam propagandalarıyla yazar, şair etiketiyle pazarlamaya başladılar.

İşi öylesine pervasız bir hale getirdiler ki artık duygu ve düşüncelerini dahi ifade etmekte zorlanan, basit bir kompozisyonun bile nasıl olması gerektiği konusunda bilgisi olamayanları editörlük, atölye hizmeti, kapak tasarımı gibi detaylandırdıkları paket programlarla maliyetini kendisi karşılamak üzere isteyen herkesi sözde eğitimden geçirip edebiyat alanına şair, yazar etiketiyle sürebiliyorlar.

Emek, sermaye çelişkisi

Küresel emperyalizmin ve onun sacayağı kapitalizminin neredeyse kuşatmadığı, yönetim ve denetimine almadığı alan kalmadı. Ekonomik darboğazı aşmaya çalıştığımız bu günlerde döviz kuru saldırısıyla, yazar- yayıncı- okur arasındaki ilişkiyi kopma noktasına getirirken aynı zamanda 12 Eylül 1980 Askeri darbesinden sonra toparlanmaya çalışan edebiyatın odağı ikinci defa parçalanmış oldu.

Bu son saldırı ile bağımsızlık mücadelesi veren sanatçının, yazarın, çizerin direnme gücü bulduğu ilkeli yayıncılar, edebiyat coğrafyasının dışına itilmeye zorlandı. Zaten ciddi bir çürümenin, yozlaşmanın genişlettiği boşluklara bağımsız yayıncıların dışarıya itilmesi de eklenince, sırtını küresel sermayeye dayayan ve adeta kültür mantar gibi hızla çoğalan yayıncılara terk edilmiş oldu. Boşalan alanlar, okuru yalnızca potansiyel müşteri olarak gören ve hatta “içerik önemli değil” diyebilecek kadar çizgisiz, ilkesiz, bağımlı yayıncılar ve pazarlamacı yazarlarla doldurulmaya başlandı.

Çizgisinden ödün vermeyen bağımsız yayıncılık yapmakta direnenlerin gücü bu saldırı ile kırılırken aynı çizgide üreten, mücadele eden yazarların da önüne aşılması güç setler çekildi. Kültürel saldırının doğal sonucu olarak yayıncılar, ekonomik kıskacı kırmanın mücadelesine yönelirken aynı çizgideki yazarlar da yayıncı bulma sorununun yanı sıra üretemeyecek noktaya geldiler. Umudumuzu dirençli tutsak da benzer yaptırımlar ve hatta saldırılar ile edebiyat coğrafyamızın çepeçevre kuşatıldığını söylemek hiç de yanlış bir saptama olmayacaktır. 

İktidar aygıtının alttan alta uyguladığı bu ve benzer yıldırma politikaları, yazar ile okur arasındaki organik bağın kopmasında etkili olurken yayınevlerini de belediyelere yönlendirdi. Küçük ölçekte ve kısıtlı, dar alanlarda da olsa kültür sanat işlerini artık belediyeler üstlenmiştir.

Ancak burada da ciddi bir ideolojik ayrımcılık söz konusudur. Hangi belediyenin hangi yayınevine yer vermesi gerektiği konusunda sahip olduğu veya benimsediği ideolojik düşünce belirleyici olmuştur.

Gelinen noktada kültür, sanat ve edebiyatın evrensel dilini kaybettiğini ve giderek ideolojik bir argümana dönüştüğünü söylemek pek de yanlış bir saptama olmayacaktır.

Tüm bu yıldırma ve sindirme politikalarına rağmen, duruşunu ve çizgisini bozmadan yayıncılığını kendi imkânlarıyla sürdürmeye çalışan, cesur yayınevleri ile yazarların olması sadece umut aşısıdır diyebilirim.

Çünkü pratikte gelinen nokta, mevcut siyasi erk değişmeden başta hukuk ve özgürlükler olmak üzere hiçbir şeyin değişmeyeceği ve hatta daha da kötüye gideceğini somut olarak ortaya koymuştur.

Toplumcu, aydınlanmacı yayınevlerinin kitapları kitapevlerine alınmadığı gibi devlet kütüphaneleri, belediyeler listesinden de çıkartılmaya başlanmıştır. Bunların yanı sıra yazarlarına ve yayınevlerine açılan davalar, kitapların toplatılması gibi hem ekonomik hem de hukuki yaptırımlar, kültür sanat ve edebiyata yönelik iktidar destekli saldırılardır.

Bu ve benzer saldırı ve yaptırımların amacı açılan boşlukların başta din olmak üzere hurafelerin, ütopyaların, sanrıların, gerçek üstü hikâyelerin konu edildiği, toplumu afyonlayacak kitap bütünlüğündeki yayınlarla doldurulmasıdır.

Hiçbir edebi değeri bulunmayan, yalnızca iktidar politikalarına katkı sunmak amacıyla yayınlanmasından dağıtımına kadar yine iktidarın ve yandaşlarının desteklediği, finanse ettiği yayıncılar ile sözüm ona yazarlar reklamlarla, propagandalarla pazarlanacaktır.

Diğer yandan tüm programını kapitalizmin üzerine inşa eden ve salgınla eş zamanlı türemeye başlayan çizgisiz, politikasız yayınevleri de sömürü çarkını kurarak yazarlığın hiçleştirilmesine, yayıncılığın yozlaştırılmasına büyük katkı sunmaktadırlar. Bunlar da diğerleri gibi gelen dosyanın edebi değerine, yazanın yeteneğine ve kültürel birikimine bakmaksızın, programlı bir şekilde herhangi birisini atölyelerde, laboratuarlarda hazırlayarak piyasaya şair, yazar olarak sürmektedirler.

Yazar, okur ilişkisi

Tüm insanlığı bütünsel olarak kuşatan salgın hastalığın dayattı yalıtım / tecrit insanların davranışlarında, alışkanlıklarında ve beklentilerinde ciddi değişimlere sebep oldu. Her şeyin sanal, sentetik ortamda şekillendirildiği yeni binyıla veya yeni bir düzene geçişin sancılarını yaşıyoruz ancak doğum sonrasında insanlığa nasıl bir ortak rol biçileceğinden de pek emin değiliz. Çünkü yeni binyılı günümüz sözcükleri ve kavramlarıyla anlamak, yorumlamak mümkün olmayacaktır. Her ne kadar dilin sadeliğinden yana olsam da dilimize yeni hibrit sözcükler hâkim olacaktır.

Yeni edebiyat türleriyle birlikte yazım sürecinden basıma, dağıtım ve satışa kadar belki de her şey enformasyon ağı içinde şekillenerek okuruna ulaşacaktır. Yeni binyılın otoritesi enformasyon, doğal olarak kendi kurallarını dayatacağı için direnmek, alternatif seçenekler belirlemek de mümkün olmayacaktır. Daha net ifade edecek olursam, kuralı benimsemeyen, direnen sistemin dışına itilecektir.

Kapitalizmin olmazsa olmazı hızlı tüketim ve kullan at politikasını izleyen dijital yayınevleri içeriği boş, edebi değeri olmayan niteliksiz, niceliksiz bilgileri adeta fotoromanı andıran süslü kapaklarla sadece internet ortamlarında pazarlamaya başlamışlardır.

Gerçekte kitabın tüm maliyetini müşteri / yazardan talep ederken dağıtım ve satış için de sadece internet ortamlarında süslü, ağdalı cümlelerle pazarlama taktiğine başvuruyorlar. Edebiyatımızda bir tüccar sınıfı oluşturan bu ve benzer yayınevleri, yazar kimliğini de ciddi şekilde aşındırıyorlar.

Siyasi, ekonomik, kültürel, hukuksal vb. gibi her alanıyla kapitalist sisteme evirilen Türkiye’de baskıcı rejim bir yandan cumhuriyet’in getirdiği özgürlükleri baskılarken diğer yandan da feodal uygulamalarının şiddetini daha da artırarak din eksenli rejim değişikliğinin altyapısını hazırlamaktadır.

Bireyselden toplumsala ve buradan da ulusala uzanan, aydınlanmada başat işlevi olan kültür, sanat ve edebiyat da sistemli bir şekilde yozlaştırılarak ve kolay erişimden uzaklaştırılarak okur, kitap ve yazar arasına setler çekerek işlevsiz hale getiriliyor.

Kültürel emperyalizminde kıskacındaki toplumların televizyon izlediğini, internete girdiğini ama okumadığını yapılan istatistikler de ortaya koyuyor.

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO), okuma alışkanlığı üzerine dünya çapında yapmış olduğu araştırmayı rapor haline getirerek yayınladı. Rapora göre Türkiye, kitap okuma oranında dünya ülkeleri arasında 86'ncı sırada yer alıyor ve okuma alışkanlığı yok denecek kadar az.

Avrupa'da % 21 olan kitap okuma oranı, Türkiye'de sadece on binde bir. Bir yılda kitap okumaya ayırdığımız zaman ise sadece 6 saat. Türkiye, kitap, ihtiyaç listesinde ise 235. sırada yer alıyor. Kilosu 50 kuruş ile 1TL arasında değişen patates ve soğanın 1 dolara yükselmesi “Zerzevat Edebiyatı” olarak bilimin, sanatın ve edebiyatın önüne geçmiştir. Açlık ve sefillik, toplumsal olaylara dahi duyarsız kalan, sağırlaşan kitlelerin duyarsızlığını derinleştirmekle kalmadı, ilerlemenin ve aydınlanmanın önüne bir tıkaç daha koymuş oldu.

Bugün benzerini yaşadığımız feodal düzenin ve cehaletin doğurduğu sonuçları Osman Şahin, yaklaşık 35 yıl önce “Züğürt Ağa” öyküsünde işlemişti. Köy ağasının köyü sattıktan sonra sokaklarda patates, soğan satacak kadar sefil bir duruma düştüğü bu gülünç durum, Türkiye’nin getirildiği son noktayı özetlemesi bakımından önemlidir.

Geldiğimiz bu son aşama, örgütlü hareket etmenin, duyarlı ve dayanışma içinde olmanın önemini bir kez daha hatırlatmaktadır. 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.