Tanrı Dağları Kadar Türk: Hüseyin Nihal Atsız'ı Anmak Ve Anlamak!

Tanrı Dağları Kadar Türk: Hüseyin Nihal Atsız'ı Anmak Ve Anlamak!

Tabutluklarda bile eğilmeyen baş, Tanrı Dağları kadar Türk olan yürek, Kürşad’ın “Hoş geldin oğlum” dediği yiğit: Hüseyin Nihal Atsız’ı saygı, minnet ve hasretle anıyoruz...

Selçuk Düzgün'ün Kaleminden...

'Onlar, Başbuğ Mete Han’ın M.Ö 209 yılında kurduğu ve bugün nerede ise tüm dünyada hayata geçirilen 10’luk düzenli Türk Askeri sisteminin son temsilcileriydi.

Onlar, Başbuğ Atilla’nın seferleri ile ortaya çıkmış bugünkü Avrupa’ya tapanlara karşı milli ruhu ayakta tutmaya çalışanların son temsilcileriydiler.

Onlar, şairin dizelerinden “Anadolu başladı mezar olmaya, Kızılelma’ya hey Kızılelma’ya“ diye tanımladığı Başbuğ Alparslan’ın 1071 Malazgirt zaferi ile Anadolu’yu ebedi Türk yurdu olarak tescillemesinin son bekçileriydiler.

Onlar, “Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u” diyerek Roma’yı yerle bir eden, çağ açıp çağ kapayan Konstantin’i İstanbul kılan, Türk kılan Başbuğ Fatih Sultan Mehmet’in akıl hocaları, fikir babaları gerektiğinde Ulubatlı Hasan’larıydılar.

Onlar, Çanakkale’de “Ya İstiklal, Ya Ölüm” diyerek tarih sahnesine çıkan, 30 Ağustos'ta yedi düveli denize dökerek 7 bin yıllık Türk Devlet geleneğinin son temsilcisi Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk’ün sözde değil öz de temsilcileriydiler.

Onlar, Doğu Türkistan’da İsa Yusuf Alptekin’e, Batı Tırakya’da Sadık Ahmet’e, Kırım’da Mustafa Cemil Kırımoğlu’na, Kıbrıs’ta Rauf Denktaş’a ve Azerbaycan’da Ebulfeyz Elçibey ile Türkiye’de Alparslan Türkeş’e geleceğin Türk Dünyası için ışık oldular.

Kısacası onlar; Çin entrikalarına, Bizans oyunlarına, kızıl, yeşil emperyalist akımlara karşı Türk yurdunu kalemleri, kelamları ve gerekirse canları ile koruyan son yiğitlerdi ve kendinden sonraki nesillere bu mefkûrelerinik aktardılar.

Peki kimdi ONLAR?

Onları anlamak için her şeyden önce iyi bir zeka, temiz bir ahlak ve yiğit bir vicdan lazımdır.

Biz bazı fikirlere nefret, bazı fikirlere şiddet, bazı fikirlere saygı ve Türkçülere sevgimiz ile bu satırları kaleme alıyoruz.

Bu yüzden yazdıklarımızı herkesin sevmesini ve beğenmesini elbette beklemiyoruz.

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti henüz tam taşlarını yerine oturtamadığı bir dönemde ülkeyi bir KIZIL hastalığı sarmıştı.

Devir, milli şef devri.

Ülkede tam bir baskı rejimi var.

Özellikle de Türkçülük düşüncesine.

Buna karşılık komünistlerin borusu ötüyor.

Bunlar Milli Eğitim ve önemli kurumlara yerleştiriliyor.

Toplumda derin bir endişe var, ama korkudan kimsenin sesi çıkmıyor.

Nefes almanın bile izne tabi olduğu bu ortamda Atsız Hoca, Orhun Dergisi'nin Şubat ve Mart 1944 sayılarında devrin Başvekili Şükrü Saraçoğlu’na hitaben iki açık mektup yayımlıyor.

Burada, devlete sızan hainlerin isimleri ve delilleri verilip, kurumların temizlenmesi isteniyordu.

Bunlardan Sabahattin Ali (Daha sonra Bulgaristan’a kaçarken jandarma tarafından vurularak öldürülecektir) kendisine vatan haini diyen Atsız’ı mahkemeye veriyor.

İlk duruşma 26 Nisan’da kalabalık bir izleyici önünde yapılıyor, dava 3 Mayıs’a bırakılıyor.

3 Mayıs duruşmasında, o güne göre mahşeri denebilecek bir kalabalık vardır.

Ankara’da özellikle yükseköğrenim gençliği Adliyenin her tarafını doldurur.

Anafartalar, Denizciler caddesi ve bütün çevrede, milli ruh şahlanır.

Yürüyüşe geçen binlerce Türk genci milli marşlar söyleyip, komünizmi telin ederek, Atsız’a ve milli davaya destek verir.

Bu olay, 40 yiğitle Çin sarayını basan Kürşat destanında olduğu gibi, devrin yöneticilerini çok korkutmuş olmalı ki, ihtilal teşebbüsü olarak algılanmıştır..

Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, büyük bir “hainlik” vesikası olarak tarihe geçecek bir söylemde bulunmuş, Atsız ve arkadaşlarını çok ağır bir dille yermiştir.

Bunun üzerine yurtta Türkçü düşünceye sahip olan herkes tutuklanmış ve hatta yolda Atsız‘a selam verenler bile sorguya çekilir duruma gelmiştir.

Atsız‘ın evinde yapılan bir aramada o dönemde Üsteğmen olarak görev yapan Alparslan Türkeş‘in Atsız‘a gönderdiği mektup ve yazıları çıkınca, Türkeş de gözaltına alınmış ve Tophane’deki Askeri Cezaevi’ne kapatılmıştır.

Daha sonra “Türkçü – Turancı” olduğunu itiraf etmesi için o da tabutluklara kapatılmış ve aynı dönemde Reha Oğuz Türkkan, Hüseyin Namık Orkun, Zeki Velidi Togan gibi 23 Türkçü de çok çeşitli işkencelere maruz bırakılmıştır.

Sadece Türkçü oldukları ve Türk Budunu’nu uyandırmaya çalıştıkları için o güne kadar görülmemiş işkencelere maruz bırakılan ve sonrasında yıllarca hapse mahkûm edilen büyük Türkçüler, hapisten çıktıktan sonra da ülkü uğrunda savaşmaya devam etmişlerdir.

Bugün vefat yıldönümü olan Hüseyin Nihal Atsız'ı özel olarak anmadan geçmek elbet olmaz!

Atsız denince de akla bir dik duruş, bir dava adamı, bir şair, bir mütefekkir ve en önemlisi bir kahraman gelmektedir.

Elbette Atsız'a tüm bu özeliklerini veren maziden aldığı Türklük bilincini atiye taşıma arzusunu hücrelerine kadar indirgemiş olmasıdır.

Öyle ki, sevgilinin kalem kaşında, sofrasındaki aşında, dağdaki kardelende, gökteki bozdoğanda, yolda ki sonsuzlukta hep Türklük görmüş ve cümlelerine onu aksettirmiştir.

Bir yılan gibi sürünmektense, bir Bozdoğan gibi semalarda süzülmeyi, bir aslan gibi kafese konulmaktansa biz bozkurt gibi hürriyet için ölmeyi kendisine hayat felsefesi yapmış ve Türklüğün son yüzyılının unutulmazları arasında yerini almıştır.

Verdiği mücadeleyle dev gibi bir ÜLKÜ davasının fikir babası olmuştur.

Atsız'ın her eseri dolu dolu okunmalı ve bu memleket bel kimliğini korumak için yeni Atsızlar mutlaka yetiştirmelidir.

Zira Atsız'ın dediği gibi 'Bize bir gençlik lâzımdır. Temelinde cehalet, duvarlarında riya, tavanlarında dalkavukluk bulunmasın.'

Ve Atsız o gençliğe şu beyitlerle sesleniyor;

'Ölümlerden sakınma, meyus olmaktan utan!

Bir kere düşün nedir seni dünyada tutan?

Mefkuresinden başka her varlığı unutan,

Kahramanlar gibi sen ebedi kalmalısın...'

Yine o gençliğe KIZIL ELMA'yı hedef gösteriyor ve şu dörtlüklerle sesleniyor;

'KIZIL ELMA uğruna kılıç çekince kından,

Bahtiyarlık denen şey artık geçmez yakından.

Mesut olup gülmeyi sök, çıkar hatırından.

Belki öldükten sonra bir parça güleceksin.

Yüz paralık kurşunla gider “HAYAT” dediğin;

“Tanrı yolu” uzaktır; erken kalk sıkı giyin.

Yazık, bütün ömrünce o kadar özlediğin

Güzel Kızıl Elma’na varmadan öleceksin.'

Verdiği mücadelede haklılığını, yalnızlığınız anlatmak içi 'Bir kemiğin ardından saatlerce yol giden, itler bile gülecek kimsesizliğimize' diyor ve belki de o gençliğe en güzel nasihati şu dörtlüklerde saklıyordu;

'Hayatın kamçısıyla sızar derinden kanlar,

Senin büyük derdinden başkaları ne anlar?

Vicdanını “Paris”e, “Moskova”ya satanlar,

Küfür diye bakarlar senin dualarına. `

Ve günümüze kısa bir gönderme;

Siyasette muhabbet... Hepsi yalan, palavra...

Doğru sözü “Kül Tegin” kitabesinde ara...

Lenin’den bahsederse karşında bir maskara,

Bir tebessüm belirsin sadece dudağında.

Ve mukadderata olan teslimiyeti;

Istırabı kanına kat da göz kırpmadan iç!

Varsın gülsün ardından, ne çıkar, bir iki piç...

Bu varlık dünyasında yalnız senin hiç mi hiç,

Bir şeyin olmayacak hatta mezar taşında....'

Evet, Nihal Atsız, Türkiye'de değil de Afrika'da doğsaydı da yine Türkçülük yapardı.

Nihal Atsız, ne zulüm görürse görsün, ne kadar tabutluklara atılırsa atılsın yine Türkçülük yapardı.

Nihal Atsız, devletin başında kim olursa olsun doğru bildiğini söylemekten asla çekinmez bu duruşunu da Türkçülüğü'ne bağlardı.

Nihal Atsız, Tanrı dağları kadar Türk'tü ve uçmağa vardığında Tanrı Dağlarında Kürşad ona mutlak 'hoş geldin oğlum ATSIZ' demiştir.'

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.