Nihat Genç Nuri Pakdil'in cenazesinde saf tutanları yazdı; Sen nesin?

Nihat Genç Nuri Pakdil'in cenazesinde saf tutanları yazdı; Sen nesin?

Köşe yazarı Nihat Genç; KAMÇI başlıklı yazısında; Nuri Pakdil'in cenazesinde saf tutanları yazdı.

Nihat Genç'in yazısı şöyle; 

 

BİR

İslamcı şair Nuri Pakdil vefat etti, cenazesi Hacı Bayram Camii’nden kaldırılırken basına ‘cenaze fotoğrafları’ düştü. En önde Babacan, Davutoğlu ve yazar Rasim Özdenören.

 

Nuri Pakdil’in ölümü üzerine sevenleri onun meşhur ‘anti-kapitalist anti-emperyalist anti-sosyalist anti-firavunist’ sözlerini paylaştı.

Bakalım meşhur anti-kapitalist ve anti-emperyalist yazarın cenazesinde en öndeki isimlere… Babacan, uluslararası kapital-finans piyasasının temsilcisi, Davutoğlu emperyalistlerle işbirliği yapıp Halep’te müslümanı müslümana kırdıran ve Rasim Özdenören, Amerika Irak’a girip bombalar yağdırıp milyonlarca müslümanı ve yüzbinlerce küçücük kızı öldürürken ve Türkiye’de kamuoyu Amerika’ya karşı ayağa kalkmışken, ‘Amerika’nın yanında yer almalıyız yoksa bizi iktidarda tutmazlar’ demiş adam. Ve Nuri Pakdil’in kankisi Hulusi Akar. FETÖ Türkiye’yi işgal ettiğinde ‘Genelkurmay Başkanlığına’ getirilen kişi.

 

Evet, dilimizde anti-kapitalist anti-emperyalist anti-firavunist vb. sloganları var ama yukarıdaki tablo, gerçek fotoğraf.

Necip Fazıl’ın vasiyet şiiridir, ‘Son gün olmasın dostum çelengim top arabam, alıp beni götürsün tam dört inanmış adam’.

İslamcı arkadaşlar Nuri Pakdil’in cenazesini kaldıracak dört inanmış adam bulmakta çok zorlanmış olmalı.

 

İKİ

İslamcıların tarihe ve dünyaya ve ülkelerine karşı rezil rüsva olup sahneden düşmelerine sebep ‘soğuk ahlak’ ve ‘donmuş tarih’.

 

Şöyle, diyelim, tarikatlardaki tecavüzler ve rezillikler gündeme geldiğinde sus-pus olup konuyu kapatmaları ya da Türkiye’de yüzlerce general, amiral ‘hayvan pornosu’ gibi ahlaksız hukuksuz belgesiz yargılanırken bugün hala köşelerini tutan İslamcı yazarlar şu tür, tarihteki ulu evliya kişileri ahlaklarıyla öne çıkartan ve tarihten İslam medeniyeti kültürü İslam adaleti başlıklı yazılar yazıyorlardı.

Tarihteki İslam’a dair anlatıları doğrudur yanlıştır eksiktir ayrı, ancak o ulu evliyalar ve o medeniyet ‘tarihte’ olup bitmiştir. Bugünü yaşayan sensin. Ölü değil canlısın. O halde bugünkü müslüman varlığınla bu hukuksuzluklara karşı neden sustun. Bir dirayet bir irade bir karşı duruş neden ortaya koymadın? İslam’da adalet varsa bugün itibariyle ‘adalet’ini görelim. İslam ‘merhamet’ ise bugün bir müslüman olarak ‘merhamet’ini göster.

Bugüne itiraz yok bugüne müdahale yok, ama, ellerine kalem alınca ‘peygamberimiz devesiyle çölde giderken’ diye bir ahlak dersi çıkart. Bunun adı soğuk ahlaktır. Tarihin buzdolabında kalmıştır. Adaletsizlik hukuksuzluk iktidarları boyunca diz boyudur ama açarlar tarih kitaplarını, işte dedelerimiz böyle ahlaklıydı diye menkıbeler anlat, şu hadis bu ayet diye lafa gir.

Atan, deden, tamam, sen nesin?

Buzdolabından çıkardıklarınızı canlı yaşayan nefes alan kişiliklerinizle ısıtıp bari sizler mahkeme salonlarına getirebilseydiniz. Tarih donmuş değildir. Bu donmuş tarihi tabletlere slogan slogan menkıbe menkıbe ambalajlayıp kutulayıp satışa sunmak mümkün değildir. Bugün yazdığım bu yazı bir kaç hafta sonra ‘tarih’ olur, on yıl önce yapılanlar bugün için ‘tarihtir’.

İslamcı iktidar ve İslamcı yazarlar, kendi acizliklerini müsrifliklerini suskunluklarını şatafatlarını hastalıklarını gasplarını kendi adamlarını kayırmalarını, vb. bütün pisliklerini tarihte yaşanmış ‘güzel ahlaklı evliya hikayeleri’ arkasına saklıyorlar. Diyelim mesela Yunus Emre, varlığı ve dünyayı kavrayışıyla ilahi ve yüce bir dil kurmuş. Sormak lazım, Yunus Emre evet bu, doğru, ama, sen nesin, hangi adalet hangi kavrayış hangi karşı çıkışınla bugünkü hukuksuzlukların karşısındasın?

Ve senin gibi aciz suskun birinin ağzına İslammış medeniyetmiş sahabe ahlakıymış Yunusmuş diye lafa girmesi hadi bizi baskın medya gücüyle susturdun ama tarihteki o yüce kişiler sizden utanmıyor mu?

İslam islam islam diye galeyana gelip önünüze gelen her değeri diyelim bugünkü hukuku paramparça etmeden önce aynada kendi varlığınıza bakmanız gerekmez mi? Sapkınlık ve manyaklıklarınızı ‘tarihi’ örneklerle gizlemenize ‘tarih’ izin vermez. Mesela bugünkü Suriye tablosu, vaktinde karşı duramayan alayınızın ‘acizliği’ ve ‘sessizliğidir’.

Sadece ABD, Rusya ve İsrail’in kazandığı ve sadece müslümanların öldüğü bu bitmeyen Suriye savaşları başımıza bela edilirken, topunuz, neredeydiniz?

Söyleyeyim, soğuk nevala evliya menkıbeleri anlatıyordunuz!

 

ÜÇ

Satranç şampiyonu Kasparov’un bazen elli ayrı satranç masasıyla gösteri maçı yaptığı olurdu, elli ayrı zekaya, elli ayrı hamleye karşı sırasıyla ve hızla satranç masalarını dolaşır oynardı.

Gün itibariyle Suriye’de olup bitenlere akıl erdirecek analiz edecek yorum getirecek öngörü sahibi tek bir uzman akademisyen siyasetçi bulabilmek mümkün değildir. Çünkü, Suriye’den bakınca başka bir gerçeklik. İran’dan başka Rusya’dan başka, İsrail’den başka, Türkiye’den başka. Her birinin birbirine karşı başka. Ağır silahlar sığınaklar devreye girince başka, etnik yapılar mezhepler aşiretlerden bakınca başka. Anlaşmalara bakınca başka petrolden boru hatlarından bakınca başka. Hizbullah-İran’dan ve İsrail düşmanlığından başka. Bölgeye akan para ve silahların sahipleri tarafından bakınca başka. İleride hazırlanan İran’ı çevreleme planı açısından başka. Irak’taki Kürt federasyonu, ikincisi Suriye’de kuruluyor, üçüncüsünü düşündüğünüzde başka. Yarını düşündüğünüzde başka. Beşyüz km’den bakınca başka, bölük pörçük 122 km’den bakınca başka. Birbiri üstüne binmiş labirent ve denklemler ve saat başı değişen ittifaklardan bakınca başka. Parçalanmış bir Suriye’yi de facto kabullenirseniz başka.

Yani ‘herkesin herkesle savaşı’.

İddiam budur ki tarihte hiç bir savaş bu kadar çok oyunculu bu kadar karmaşık belirsiz bir denklemin içinde olmadı, düşünün Çin dahi var, AB dahi var. Birinci Dünya Savaşı’nda Çin ve Amerika çok uzaktaydı, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye ve Orta Doğu dışardaydı, şimdi, bütün dünya Suriye sınırında.

Herkesin herkesle savaşı, tabiri Hobbes’ındır. Batı’da bitmek bilmeyen Yüz Yıl Savaşları sonrası söylemiştir, öngördüğü kuramı gereği, büyük bir otoriteye (devlete) kayıtsız şartsız itaat etmeden herkesin herkesle savaşı bitmeyecektir. Ancak devlete itaat için protestanlık katoliklik değil herkesi yasa önünde eşitleyen ‘yurttaşlık’ gibi bir kavramı kuramının önüne koyup bugünkü modern toplumun önünü açmıştır. İşte İslamcılar modern toplumu kıyasıya eleştirirken hiç anlamadıkları bu ‘yurttaşlık’tır, yurttaşlığın hangi çıkışsız tarihi süreç içinde bir kurtarıcı gibi siyasete girdiğidir.

Ki, bölgedeki bitmeyen bu savaş etnik mezhep ve aşiret kavgaları hortlattırılıp körüklenerek çıkmıştır.

Bu savaşta Birleşmiş Milletler, ABD, Çin, AB, Rusya, vs. kimin otoritesine itaat edilecektir. O halde, herkesin herkesle savaşı Allah korusun yüzlerce yıl sürmeye adaydır. Sadece nükleer silah sahibi ‘büyükler’in savaşı olsaydı, soğuk savaş dönemi gibi aralarında bir ‘denge’ kurulabilirdi. Sadece ‘küçüklerin’ biteviye kavgası olsaydı, biri birine baskın çıkar al aşağı ver yukarı bir zoraki ve nihai anlaşma olabilirdi, hiç biri değil, çünkü ‘vekalet’ diye bir terim var, büyük devletlerin hem kendisi sahada hem de hamilik yapıp besledikleri ve hepsinin üsleri sığınakları silahları.

Bu savaşın daha da alevlenmesini durduracak şimdilik bir güç yoktur, elimizdeki tek büyük imkan, içeride ‘yurttaşlık’ ve sınırlarımızda çok sağlam tahkimat kuleler üsler füzeler ve sığınaklarla topraklarımızı korumaktır. Bu sefer Suriye’nin kuzeyinde PKK uzantısı bir devletin kurulmasına razı mısınız sorusu gelecek, o zaman, içerde, ABD baskı ve dayatmalarının ‘açık’ ‘gedik’ ‘zayıf’ nokta bulamayacağı bir iktidarımız olana kadar boşuna yıprana yıprana bekleyeceğiz. Peki hali hazırda milli bir iktidar alternatifimiz var mıdır, cevap: o da yoktur. Eğer milli bir alternatifiniz yoksa, istediğiniz kadar uçaklarınız istediğiniz kadar düşünün taşının istediğiniz kadar keskin görüşlü ve uyanık olun, alacağınız her pozisyon uçurumun kıyısında varlığımızı parçalamakla tehdit eden bu savaş’tan kurtulamayacağız.

 

DÖRT

Trabzon derken Doğu Karadeniz’i ve en çok Fatsa-Ünye-Giresun-Rize-Trabzon’u kast ederiz. Biz de bir hayat yaşadık, gördük, hangi partinin hangi sivil kurumun hangi sanat olayının kapısını açsak başı çeken trafo gibi elektrik dağıtım merkezi Karadenizlileri en önde görürüm. Hangi birinin biyografisini okusanız, içinde şu kelimeleri görürsünüz: ‘fırtına, coşkulu, taşkın, kabına sığmayan, çok hareketli, yerinde duramayan, ateşli, kızgın, yorulmak bilmeyen, çok koşan, cesur, gözü kara, fütursuz, deli gibi, seri, hızlı, gerilimli, aceleci, çabuk parlayan, inatçı, laf dinlemez, burnunun dikine, bildiğini okuyan, arkadaşına işine sadakatla bağlı, aşırı sorumlu, lafın altında kalmayan, kavgada da altta kalmayan, hızla karar veren, huzursuz…’

Bizi kırbaçlayan bizi gazlayan bilmem nedir?

Biyografisini okuduğunuz bir yazar bir siyasetçi bir akademisyen bir ressam ya da bir futbolcu olabilir, fark etmez, yukarıdaki yüksek ‘elektrikli’ kelimeler Karadenizlilerin ortak vasfı, kaderidir. Sağcı da olsa aynı solcu da olsa imam da olsa aynı ‘fıtrat’ aynı ortak mizaç (doğuştan gelen) özellikleri gösterir.

Bu ortak karakterimizin kişilik çıkmazı (felaketi de diyebiliriz) şudur, dikkat edin, bu kadar alevli ateşli coşkun bir insan, kendini tutabilir mi? Tutamaz. Zaafı bir patron ya da grup lideri bu karakteri kolayca ele geçirip onlarca yıl işini gördürür koşturur çalıştırır, bana mısın demez.

Hızlısın atiksin yorulmak bilmiyorsun ve ama bu yüksek enerjiyi ‘elinde tutamıyorsun’, çünkü beynin bedenin seri ritmini yakalayacak kadar incelmiş yani kıvrak değil.

Bu ırki özelliği tüm ülke anne-baba-dede-soydan Trabzonlu sporcular özellikle futbolcular üzerinden şahit olmuştur. Yerli oyuncularıyla altı kez üst üste şampiyon olmuş Trabzonspor’un altın yıllarını düşünün. Türk futboluna çağ atlatan Galatasaray’ın o harika yıllarına gidin, her şey orta sahada doksan dakika deliler gibi koşan Muhammet’le başladı ve sonraki yıllarda o orta saha milli takımımıza başarılar getirecek Okan ve Emre’yi tanıdı.

Başka takımlardaki Trabzonlu futbolcuların hem bugünkü hem de tarihsel dökümünü burada tek tek sıralayabilsek kafayı yersiniz.

Her şey yeniden geçen sene Trabzonspor’a onbir Trabzon doğumlu futbolcu almasıyla başladı, gördünüz işte, ligin seyri değişti rengi değişti, lige nihayet ‘hareket’ geldi.

Trabzon’un seri şampiyon olduğu yıllarında efsane olmuş futbolcularından bu cümleleri çok duymuşumdur, 90 dakika bitiyor, hakeme yalvarasım geliyor, hocam uzat şu maçı.

90 dakika yetmiyor.

O zaman onlar büyük ben küçüktüm, ama işte yazarlıkta nerdeyse kırk yılı dolduruyorum, doksan dakikanın yetmediği bir hayatı kudura çıldıra yaşıyorum. Henüz yedi sekiz yaşında annem her Allah’ın günü ‘oğlum niye bu kadar terliyorsun, arkandan bir koşturan mı var’, bugün altmışı geçmiş, her gün arkadaşlarımdan ailemden aynı azarı işitiyorum.

Ancak aynı biyografilerde şu özellikleri ortak değildir, ‘ileri görüşlü, öngörülü, bilinci çok açık, düşünmüş taşınmış, geniş görüşlü, sabırlı..vs.’

Kasımız bedenimiz koşturmamızdan bu ‘bilge’ niteliklere sıra gelebilmesi için galiba çok daha uzun bir yaşam lazım ya da hırsınızı coşkunuzu taşıyan ayakların bedenin başına bir talihsiz kaza gelmesi.

(Genel okuyucu okumayı burada kesebilir, artistik bir kaç sayfa yazmak geldi içimden)

BEŞ

Geçtiğimiz günlerde vertigoyla sarsıldım ve hayatımda ilk defa bir kaç hafta yatağa bağımlı ya da ancak hafif kısa yürüyüşlere mahkum oldum. Hapishane gibi. Konuşmadan yazmadan koşuşturmadan tek bir gün geçirmemişim. İlk gençlik yıllarımdan beri arkadaşlarım bilir, gün boyu bir o yana bir bu yana volta atarak kurt gibi tedirgin turlarım. İki dakika otur dinlen derler, oturamam. Bu şehirde çok uzun yıllar beni tek anlayan hayvanat bahçesindeki ‘kurtlar’ın yanına giderim. Akşama kadar ileri-geri hızla dönüp turluyorlar. Kurtların o seri huzursuzluklarını görünce nihayet kendime gelirim. Neşem. Bitmeyen gençliğim. Benimle aynı soydan aynı coğrafyadan gelmiş yerinde durmayı beceremeyen gücüme güç katan öz kardeşlerim.

Yataktayım yürüyemiyor hareket edemiyorum, işte o an, sanki kendimi bildim bileli sırtıma binmiş beni kamçılayan beni dört nala gazlayan o görünmez el’i sonunda yakaladım, şu bulutları gökyüzünde dolaştıran.

Yürüyemediğimi bilmiyor olmalı, habire hala sırtımda kırbacını şaklatıyor, hala altındaki at sanıyor habire üstümde havayı boşuna boşuna kamçılıyor.

Bir ömür beni dövüp dövüp, yaralar içinde biçimleyip deli danalar gibi dolaştırıp duran, o kamçı, yaprak gibi sallandığım bu günde dahi koşum takımlarımı getirmiş, beni dört nala koşuya hazırlıyor. Kalk, yaz, oku, yürü, bağır, konuş, tartış, diye acı acı sıyrıklarıyla hala sırtımda darbeleriyle ciğerlerimi patlatıyor. Uçurumların içinde dans öğreten hazların en büyüğü, ama şimdi, istesem de sert acımasız gaddar diktatör emirlerini yerine getiremiyorum

Kimin bu kamçı. Sırtıma binen kim. Kırbaçlayan kim. Hırsımın kırbacı mı Tanrı’nın kırbacı mı? Hüzünlü bir sarsıntıyla artık yaşlanıyorum in sırtımdan dedim, gençlik, coşku, meşaleler ve bu deliliğe karışmış o eşsiz esrik coşkuyu, unut, geride bırak.

Bir an kamçısız düşündüm kendimi, ağrıların en büyüğü sanki sıra dağlar üstüme çıkmış gibi, bu hayat o şimşek kamçı darbeleri olmadan çekilecek gibi, hiç değil.

Bir at düşünün kırbaçlanıyor ve yerinden kımıldayamıyor, ne büyük trajedi, gözlerinden iri iri yaşlar ve arkasına doğru zar zor çeviriyor kederle başını, hani köpürüp kudurduğun kelimelere dünyalara karışıp kaybolduğun günler? Güzel bir sonbahar günü, kalk ve parklara koş, ağlama kurt, kabullenme kurt, silahların dişlerine pençelerine kelimelerine veda etme, kimseye inanma sürüye katılma, hadi bir daha parçala!

Beni ‘kendimle’ tanıştıran kamçı!

Dipsiz kayalıklarına bir atıp bir çıkartan kamçı!

Yoksul iyi eğitim görememiş aşılamayan şey’i aştıran, kamçı!

Bir ömür kırbaçlandığım yerlere ‘eyer’ diye tutunmuşum, anladım ki beni dolu dizgin koşturan sırtımdan beynime tümör gibi ruhuma bulaşan bu ilahi kamçı!

Ayaklar yürümüyor eller yazmıyor, sakin, temkinle yavaşça ayağa kalkıp terasa çıktım.

Bu ‘hareketsiz’ beden ve görülecek yeri olmayan bomboş tepeler.

İnsan eli gözü değsin değmesin bir hayır gelmeyecek apartman çatıları, artık saksağanlara mı kalacak kitaplarım klavyem.

Uzak tepelere doğru uzun uzun ayakta tedavi bir iç bakış, geçmişimle bir kısa toplantı, evet, ne ismim ne kitaplarım ne mal ne para ne dostlar, evet, hala, yine, sonuna dek, ‘tutunacak’ tek yerim, kamçım. Yerimden fırlatan zıplatan kamçı, abartıyı telaşı kavgayı öğreten kamçı!

Dünyaya sağır eden dünya malına kör eden anladım ki kimseyle paylaşmak istemediğim mutluluğumun ta kendisi, kamçım, ah sert sivri kelimelerim çok sessiz, gelip giden dalgalar kayalıkları yalayıp kucaklayan kamçım yok.

İçi boş bir cümle gibi uzak bir kulübede yaşamak hiç istemedim, inzivanın tadına mahremiyetin lezzetine hiç inanmadım, hızlı düşünmek hızla hareket etmeyi sonradan öğrenmedim, anladım ki kuş uçmaz kervan geçmez yalnızlığımın sırrı beni boş korkulardan kurtaran kamçının neşeli ve seri şakırtıları.

Bedeni iyileştiren, maddi bağımlılıklara takıntılara dost bildiklerinin sahte sevgisine kasıntıya kaprisliye kibirliye şeyhine liderine tanrılarına beni hiç ‘muhtaç’ etmeyen, soyumun genetik emaneti, tımarhanemin şimşir sopası, ah başımın üstündeki alevim dumanım, ah kelimelerimin ekmeği!

Ateşinin her yalımı duyulmamış başka bir duygumu kırbaçladı, herkesin gözü önünde kimsenin görmediği bir ateşin ta ortasında bir ömür kılıç şakırtılarıyla yazarlığıma şan verdi.

Yana yakıla bir tutuşturup bir söndürüp kendine yetmeyi kafi demeyi bilmeyen, boş zamanları irademi müsrifliğimi gemleyip sadece yüce kelimelere odaklanıp insan içine tarihin içine salan, meselelere meydan okuyan, günlük meşgalenin örümcek ağından kurtaran, dünyayı dar eden, derimde kızarık iz bırakmadan yarasını kendi açıp kendi kapatan ah içimde şaklayan kamçı!

Başka tür bir yön başka bir ufuk uzakları dağlar gibi içime yerleştiren başka tür bir yarışta koşturan, imkansız yoksul zevksiz iyi olmayan yetişemeyen ulaşamayan her şeyde gözü kalan bir hayatı damıtıp damıtıp tadını çıkartmayı öğreten.

Şelale manzarasında değil huzur suyun hızındadır, ey suları kamçılayan, turist seyrinde değil o sularda sürüklenen kendini tutamayan kanımı kızgınlayan kayalara vurup vurup başımı döndüren.

Belki terasta bir akşam vakti belki dört nala bir yürüyüşte, belki bir arkadaşla yine çekişip tartışırken gözümün gördüğü ne varsa, bir çırpıda defterden silip yakan!

Ah genç adam, alev alev bir kamçının sana ait olmasını istiyorsan taşıdığın bedenin hayatın sırtındaki ruhundaki seslerine alışmalısın. Karakterini sürüden dengeni tehlikeden kurtarır. Kamçısız insana rüzgar huzur vermez. Kamçısız insanın ekmeği boğazında kalır. Dağları sana aştıran hayata dünyaya anlam veren kamçının sesidir, koşarak dengede kalmayı, çok koşarak kendine güveni, çok çok koşarak koştuğun yollar kıvrım kıvrım dünya kadar geniş haritası olur beyninin.

Taşımaktan yorulduğun şeyi son düzlüğe yaklaştıkça hafifletir, dünyayı sana bana hoş kılar. Bindiğin gemiler batar, araban kaç defa yolda kalır, ayaklarına yetişmez hırsın, atların diz üstü yüz üstü kapaklanır, hayallerin kaç defa toprağa çakılır, dostun arkadaşın selamsız çekip gider. Ah genç adam, daha iyi şarabı yoktur dünyanın, ah kamçın, her bir parçanı seni bir daha toplar yollara koyar!

Yalandan görüntüden yanılsamadan çürümüşlükten dil oyunlarından başkalarının kavram şekillerinden sizi azad eder. İçindeki ölçülemez derinlikten bastırıldığın yerden heykelini çıkartır. Üç günlük dünyaya onlar anksiyete tükenmişlik der sen fırtına üstüne heyecan üç dakikada yunus balıkları gibi neşeyle dünyayı dolaşır, misliyle tur attırır, bir de hayret üstüne hayret vay be dedirtip sigarasını sana keyifle yaktırır.

Sözde sevinçlerle kısa mesafelerle işi yoktur, artık sırtıma şimşek gibi alev alev inen o kamçım çok dokunaklı çok yumuşaktır. Gün gelir yaradan bu kamçıyı başka bir delisine emanet edecektir. Mirasım vasiyetimdir kamçım. Gün gelir ayaklar da vaz geçer. Gün gelir Veysel’in sazı gibi, bir o kalır. Duvarlarda şaklaya şaklaya taşlara da ritm neşe öğretir. Gün gelir üstüne çıktığın kayalar da yaralanır deprem gibi dalgalanır. O kamçı sesleri tempolu hızlı yürüyüşünün sert adımlarıyla bu toprakları döve döve çapalar, bastığın toprağı önce tarla sonra cephe ve vatan yapar. Gün gelir mucizelerine şahit olursun, sırtındaki kamçının acı biçimsiz sesleriyle kelimelerin polensiz de döllendiğini çığlıkların da doğurduğunu görürsün.

İnanmadığı şeylere iman eden milyarlarca insan, cennet yalan söyleyenlerin gittiği yer, genç adam, kamçının sesini tek başına duymak, varlığının tapusu bu sestir. Kamçı, insan elinden çıkma ses duvarını aşan kulağının dibindeki ilk alet, hiç bir şeyi affetmeyen hiç bir şeyi ertelemeyen, inan genç adam, rüzgarlar da böyle sevişir!

İndiği yeri bıçaklayan, acısıyla patates püresini dahi beyinleştiren, vurduğu yerde en yüksek sıcaklığa ulaşan, işte asıl sarhoşluk, işte tan yeri işte yıldızlar işte kazandığın ekmek, kamçının sesini kamçının filmini kamçının şiirini bilmeden kasabanı bedenini aşamaz bağışlanan dünyayı göremezsin.

Ne müziğin sesini kısmak ne de bir daha eve dönmek istiyorum, diyeceksin, karşılığı olmayan soyundukça yüzleştikçe hep kaybedenlerin kor alev bu gösterisini çok seveceksin, kamçının sesiyle kamçılaşacaksın.

Sonunda hayatın en büyük ödülü hep bir şeylere aşık olan çok tehlikeli insanlara aşık olacaksın.

Ruhunda şaklayan kamçı sesleri gün gelecek seni o kamçı’nın asıl sahibi yapacak!

Yoksa başkalarının ordularında başkalarının projelerinde başkalarının hayallerinde parası verilip kullanılan lejyonerler köleler ruhlar gibi bu patrondan öbür patrona o şirketten bu şirkete savaştan savaşa adına kendileri hayat deyip acı gerçek bu deyip kendi zevk ve şehvet çiftliklerinin adına dünya deyip beyhude dolaştırırlar sizi.

 

Siyasetcafe.com

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum