Sait ÇAMLICA

Sait ÇAMLICA

Tasavvuf İslam’a Ruh mu Kattı?

Tasavvuf İslam’a Ruh mu Kattı?

Ne zaman tarikat tartışmaları yaşansa hemen tasavvuf tarihinden bahsedenler olur. Tasavvuf tarihinden bahsederken de “Mevlanalar, Yunuslar, Hacı Bektaşi Veliler, Abdülkadir Geylaniler ne olacak?” diye okkalı bir soru sorulur. Bu cümleyi kuran kişi ya hiçbir şey bilmiyordur veya tasavvufun tarihine sığınıp günümüz tarikatlarını savunmaya çalışan bir uyanıktır. Genelde bu tür tartışmaları uzatmamak için günümüz tarikatlarını tartışmanın daha doğru olduğunu, tasavvuf tarihinin akademik bir konu olduğunu ve tarihe mal olduğunu söyleyip geçerim. Bizi günümüzde tartışılan yapılar, tarihteki tasavvufi hareketlerden daha çok ilgilendirir. Ben böyle düşünsem de tarikatları savunmak için tasavvuf tarihi hep gündeme gelir. 

Bazen televizyon tartışmalarına katılan akademisyenler bile “Tasavvuf İslam’a ruh katmıştır” cümlesini kurarlar. Anadolu’nun tasavvuf ehli tarafından İslamlaştırıldığını sürekli vurgularlar. Anadolu’nun mayasının tasavvuf tarafından yoğrulduğunu da eklerler. Bu söylemlere itiraz edebilmek için, tasavvuf tarihine çalışmış insanların eserlerini okumak gerekiyor. İşin tarihi ve akademik boyutuna hiç giriş yapmadan önce çok basit bazı sorularla gençleri düşündürmeye çalışayım. Tasavvufun İslam’a ruh kattığını iddia edenlere şu sorular sorulmalı: 

Allah’ın gönderdiği Kur’an ayetleri İslam’a ruh katamamış! Peygamberimiz, örnekliği ve mücadelesi ile İslam’a ruh katamamış! Sahabe İslam’ı ruhsuz bulmuş, ruh katamamış. Sonra Tasavvuf ehli gelmiş ve İslam’a ruh katmış öyle mi?

Anadolu’nun İslamlaşmasında Kur’an’ın etkisi yok, Peygamberimizin ahlakının etkisi yok, Sahabenin gayretlerinin etkisi yok, Âlim tüccarların ticaret ahlakının etkisi yok öyle mi? Her şeyi tasavvuf ehli halletmiş!
Anadolu’yu tasavvuf ehlinin mayaladığını sürekli söyleyenler, Kur’ansız bu mayayı nasıl yaptıklarını da anlatsalar bir zahmet.   
 

Eskiden Böyle Değilmiş!

Günümüz cemaat ve tarikatlarını tartıştığınız birçok insan nihayetinde “Günümüz tarikatlarında bazı problemler olabilir ancak eskiden böyle değilmiş” demeye başlarlar. Biraz konuya dair okumalar yapınca, cemaat ve tarikatların tarihte de günümüzde olduğu gibi tartışıldığı ve birçok probleme sebep olduğu anlaşılacaktır. Konuya dair ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyenlere Prof. Ahmet Yaşar Ocak Bey’in kitaplarını tavsiye ederim. Bu yazıda da Ahmet Yaşar Ocak Hocadan alıntılar yapacağım. 

Tasavvuf tarihine dair birçok eser yayınlamış olan Prof. Ahmet Yaşar Ocak, konuya en iyi hâkim olanlardan birisidir. “Tasavvuf, Velayet ve Kâinatın Görünmez Yöneticileri” adıyla yayınladığı kitabının alt başlığı “Tarihsel Sosyolojik ve Eleştirel Bir Yaklaşım” olarak belirtilmiş. Kitabın önsözünde 19. yüzyılda Müslüman entelektüeller arasında bu tarikatların topluma verdiği zararın çok tartışıldığından bahsediyor.

Bu tartışmaların bilimsel bir zeminde yapılmadığını vurgularken şöyle yorumluyor:

“Ne var ki bu tartışmalar gerçek bir tarihsel ve sosyolojik zemin üzerinde bilimsel mahiyette cereyan etmekten ziyade ideolojik yaklaşımlara kilitlendi ve modernist Müslüman entelektüellerin selefiyeci yaklaşımlarıyla tasavvufu toptan mahkûm etmek gibi bir tavrı benimsemelerine yol açtı. Ünlü şair Mehmet Akif’in “Sürdüler Türk'e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı. Muttasıl şimdi keramet kusuyor Sidkı Dayı” mısraları böyle bir yaklaşımın ürünü olmalıdır. (Sayfa. 13)

Sonradan Türemiş Kavramlar

Velayet, veli, keramet, kutup, gavs gibi kavramların hiçbirisi peygamberimiz zamanında yoktu. Bütün tarikatların, kökenlerini Hz. Ebubekir’e dayandırma çabaları ise tamamen uydurmadır. Tarihsel olaylar sonrasında dilimize yerleşmiş, tarikat savunucularının tüm kitaplarında kullanılan bu kavramların, Kur’an’la bağını kurmak için birçok zorlama yorum yaptıklarını görürsünüz. 

“Ricâlü'l-Gayb, İnsan-ı Kâmil, Kutup ve Gavs kavramlarının, günümüz yüksek eğitim görmüş entelektüel Müslümanlarının kolay kabul etmeyecekleri kavramlar olduğunu söyleyelim. Unutmayalım ki bunlar, kâinatı, insanların hayatını ve kaderini Allah adına -diğer bir ifadeyle ona vekâleten- yönettiğine ve onlara tasarruf ettiğine, bu sebeple olmuş olacak, gelmiş gelecek her şey üzerinde ilahi yetkiyle tasarruf sahibi bulunduklarına inanılan, insanüstü sıfatlarla mücehhez birtakım insanlar varsaymak suretiyle bunları niteleyen kavramlardır.”

Prof. Ahmet Yaşar Ocak Hoca’nın bu yorumuna itiraz edenler, isterseler bunu kendi çocukları üzerinde denesinler. Bir lise öğrencisi bile “Kâinatı Allah mı yönetiyor Gavs mı?” diye basit bir soru ile susturur büyüklerini.
Başka bir paragrafında ise Kur’an’ı Kerim’de, peygamberimizin hayatında, dört büyük halife döneminde bu ve benzeri bakış açılarının hiç gündeme bile gelmediği gerçeğini vurguluyor.  

“Dikkat çekmek istediğimiz mesele, İslam'ın temel kutsal metinlerinde bulunmayan, erken İslam dönemi dediğimiz Peygamber devrinde ve Dört Halife döneminde dahi bugün tasavvuftaki malum hüviyetiyle mevcut olmayan velâyet teorisinin ve kurumunun, nasıl olup da bir tarihlerden itibaren İslam'ın adeta olmazsa olmaz bir inanç unsuru, bir rüknü haline gelmiş olduğu vakıasıdır. Meselenin birinci ayağı budur. İkinci ayağı ise bunun yol açtığı kırılmanın İslam tarihinin ve toplumlarının psikolojik ve zihniyet yapılarında meydana getirdiği değişikliklerdir. Bu tıpkı İslam siyaset tarihinde Hz. Muhammed'in ve dört halifesinin hiçbir zaman iddia ve temsil etmedikleri otokrat devlet reisliği statüsünün, Abbasi halifelerinden Osmanlı sultanlarına kadar Müslüman hükümdarların ‘Allah'ın yeryüzündeki gölgesi’ (es-Sultânuzillullâhi fil-arz) olduğu anlayışına dönüşmesine benzetilebilir.”  (Sayfa. 22)

Nebiler Sahilde Kalmış!

“Öyle bir denize daldık ki Nebiler sahilde kaldı” diye bir cümleyi yanınızda birisi kursa, ona hemen tepki gösterirsiniz. En nazik ifadeyle “haddini bil!” dersiniz. Ancak bu cümleyi tarikatçıların ve tasavvuf kültürünün en meşhur siması İbn-i Arabi söyleyince susuyorlar. Susmak bir yana savunuyor ve akla hayale gelmeyecek şekilde tevil ediyorlar.  Tasavvuf büyükleri olarak kabul edilen insanların bu ve benzeri çok ağır sözleri, nedense ya saklanıyor veya tevil ediliyor. Konuya dair birkaç örnek var kitapta:

(…)

“İbn Arabi'nin eserlerini nasıl kaleme aldığına dair bizzat kendisinin fakihleri kızdıran en çarpıcı beyanı, hiç şüphesiz onları Fütühât-ı Mekkiyye gibi ilka-i ilâhi ve imla-i ilâhi'yle, yani bizzat Allah'ın talimatıyla yazdığı veya Fusus örneğinde olduğu gibi bizzat Hz. Muhammed'in yazdırdığı iddiasıdır. Bu iddialar ona yöneltilen pek çok eleştirinin kapısını açmış ve ağır ithamlara maruz bırakmıştır.” (Sayfa. 141)

(…)

“Buna göre bir gün rüyasında Hz. Muhammed ona bir kitap verir ve onu insanlara anlatmasını ister. İbn Arabi kitaba kendinden hiçbir şey katmadan olduğu gibi aktardığını yazar. İşte bu kitap FususulHikem'dir.”

Akşemseddin’in Mezarı

Konuyu dağıtmak istemiyorum ama araya bir konuyu almam gerekecek. Osmanlı’nın tarikatlar sayesinde dünyaya altı yüz yıl hükmettiği gibi bir sloganı gençlik yıllarımdan beri duyarım. Bütün Osmanlı padişahlarını bir tarikatın müridi olarak anlatırlar. En çok kullanılan örnek İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin’dir. Bu konuyu gündeme getiren birçok insana hep aynı soruyu sordum.

“Akşemseddin’in mezarı neden İstanbul’da, özellikle de Fatih Sultan Mehmed’in kabrinin yakınında değil?” Akşemseddin’in mezarı Bolu Göynüktedir. Bunun sebepleri üzerine birçok şey söylenebilir. Ancak bence en önemli sebeplerinden birisi de Fatih Sultan Mehmed ile Akşemseddin arasındaki fikir farklılıklarıdır. 

İstanbul’un fethinden sonra Akşemseddin ve bazı hocalar kendi aralarında keramet hikâyeleriyle İstanbul’u fethettiklerini anlatırken, odaya Fatih Sultan Mehmed girmiş ve: “Ben İstanbul’u bu kılıcımla fethettim” diyerek kılıcını göstermiştir. Prof. Halil İnalcık Hoca’nın “Fatih” kitabında da bu konu bu şekilde anlatılmıştır.  

Prof. Ahmet Yaşar Ocak Hoca, Akşemseddin’in de aynı bu tasavvuf geleneğinin savunucularından olduğunu şöyle anlatıyor:

“Osmanlı İbn Arabiciliğinin bir diğer önemli ismi, Hacı Bayram-ı Veli geleneğinden gelen Akşemseddin'dir (ölm. 1459). Onun Makamat-i Evliya isimli eseri bütünüyle velayet ve veli konusunu kendine mahsus üslubuyla ele alır. Bir bakıma İbn Arabi'nin Fusus'u kendisine Hz. Muhammed'in yazdırdığını söylediği gibi, Akşemseddin de kitabının mukaddimesinde kitabı rüyasında gördüğü Hz. Muhammed'in işaretiyle yazdığını söyler.” (Sayfa. 200)

Fatih Sultan Mehmed gibi dünyayı tanıyan, çağının çok ilerisinde bir ufka sahip olan bir liderin, Akşemseddin’in yukarıda söylediklerini kabul etmesi mümkün mü? Maalesef Türkiye’deki dindar camia Fatih Sultan Mehmed’i sarıklı cübbeli, tekkede oturup zikir çeken cahil bir molla gibi biri sanıyorlar. Fatih Sultan Mehmed’in ölümünden sonra tahta geçen 2. Beyazıt, babasının el koyduğu tarikatların tüm mal varlığını iade etmiş olması, Osmanlı döneminde de bugün yaşadığımız gibi bir iktidar kavgasının yaşandığını gösteriyor.    

Tasavvuf Ruhu mu?

Bu yazıya başlık olan cümlenin geçtiği paragrafı buraya almadan önce, Atasoy Müftüoğlu’nun bir cümlesini sizinle paylaşmak istiyorum. Kitabın bu sayfasının üst kısmına not aldığım söz “Masalsı bir dünyada uyutulmak” sözü olmuştu. Atasoy Müftüoğlu’nun sözü tam olarak şöyle: “Masalsı dünyalarda yaşamak kolaydır. Önemli olan bunaltıcı gerçekliklerle yüzleşecek bir irade oluşturmaktır.”

Masal denilince akla çocukları oyalamak gelir. Ninnilerle bebekleri uyutursunuz, masallarla çocukları oyalarsınız. İslam coğrafyasını hep masallarla oyalıyorlar. Bedenen büyüseler bile zihnen o masalların etkisinden çıkamıyorlar. Bu girişten sonra Prof. Ahmet Yaşar Ocak Hoca’nın konuya dair yazdıklarını buraya alıntılayabilirim:

“Bazılarının ileri sürüldüğü gibi tasavvuf gerçekten İslam'a bir ruh mu katmıştır? İslam ruhsuz bir din midir? Değilse tasavvufun kattığı bu ruhtan kasıt nedir? Çoğu zaman üzerinde düşünmeden cümlenin çekiciliğine kapılınmaktadır. Bahis konusu ruh, sufiler için Allah'a ulaşmak, ilahi sırları keşfetmek, ulvî bir mistik hayata girmek, mistik anlamda arınmak gibi gerçek bir ruhi tatmin olabilir. Lakin biraz daha dikkatle ve eleştirel yaklaştığımızda Müslüman halkı cezbeden şeyin bu ruh olmadığını görmek şaşırtıcı olmuyor. Onu cezbeden, belki her gün yaşadığı, hiçbir fevkaladeliği olmayan sıradan bir hayattan tatmin olmayan tabiatının özlemini duyduğu beşer üstü bir tatmine kavuşmak olduğu söylenebilir. Diğer bir deyişle, onu cezbedenin, kendisini gerçek dünyadan alıp sıra dışı (harikulade) ruhani dünyanın temsilcisi olarak gördüğü veli aracılığıyla o dünyanın bir parçası olmak olmalıdır. İşte onu hayalindeki bu dünyaya götürenin keramet hikâyeleri, başka bir deyişle evliya menkıbeleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Eğer tasavvufun İslam'a kattığı ‘ruh’tan kasıt bu ise, evet, tasavvuf hiç şüphesiz bu ‘ruh’u Müslümanlara aşılamıştır. Bu sosyo-psikolojik bir gerçekliktir ve bunu kabul etmek gerekir.”

“Sözünü ettiğimiz sosyo-psikolojik gerçek, aslında sadece İslam'a mahsus bir vakıa olmayıp ilkel tabir edilen toplumlar da dahil, insanlığın en eski zamanlarından beri evrensel bir hadisedir. Bu sebeple keramet dediğimiz harikulade olaylar sergileyebilme vakıası Yahudilik, Hıristiyanlık, Budizm vs mistik dinlerde benzer örneklerle karşımıza çıkıyor. Fakat burada söz konusu hadisenin başka bir boyutu ile yani insan tabiatının bu eğiliminin istismara çok elverişli olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz. İslam tarihine baktığımızda tasavvufun ortaya çıkışından bugüne, istismarın en çok rastlandığı alanlardan birinin bizatihi tasavvuf ve özellikle de keramet kurumu olduğu tarihsel bir gerçektir.”  (Sayfa. 214)

Keramet Palavraları

Bütün şeyhlerin keramet hikayeleri vardır. Ancak neredeyse hiçbiri bir televizyon kanalına çıkıp bunları anlatmaz. Hatta televizyon ekranlarına bile çıkmazlar. Bir arkadaşım insan oldukları anlaşılmasın diye çıkmadıklarını söylemişti. İnsanüstü bir varlıkmış gibi anlatıldıkları için hep o gizem içerisinde kalmaya çalışıyorlar. 

Milletin huzuruna çıkınca “bu garip, bu fakir, bu kıtmir” diye başlayan cümleleri çok sık kurarlar. Kendilerini aşağılayarak yüceltirler kalabalıklar arasında. “Bende bir keramet yok” cümlesi ağızlarından düşmez bazı şeyhlerin. Ama o bu cümleyi kurduktan hemen sonra müritleri “kerameti gizlemekte bir keramettir” diye anlatırlar etrafta.    

(…)

“Bazen yaşayan şeyh kendine atfedilen kerameti reddedebilir ama onu kendi şeyhine atfetmesi ile dolaylı olarak kendine atfedilmesi sık rastlanan bir durumdur. Nitekim bu suretle keramet daha bir inandırıcılık kazanır ve dolaylı olarak şeyhi üzerinden şeyhin bizzat kendisine keramet atfedilmesi daha kolay hale gelir.” (Sayfa. 215)

(…)

“İster istemez akla bunların gerçeklerinin sahtelerinden nasıl ayırt edildikleri, gerçek olsa bile sadece ‘ilahi cezbenin kuvveti’ ile yorumlanması su götürür. Kabul görenlerin psikolojik durumları, yaşadıkları perhizkâr hayatları yüzünden herhangi bir ruhi veya akli zaafa maruz kalıp kalmadıkları pek düşünülmez. Söylediklerinin ve yaptıklarının gerçek bir mistik cezbenin ürünü mü yoksa bir halüsinasyon veya hezeyan mı olduğu, yüzyıllardan beri tasavvuf kültürünün hakimiyeti altındaki bugünün bildik Müslüman çevrelerinde sorgulanmaz, sorgulayanlar hoş karşılanmaz, ‘iman zaafı’na hamledilir.” (Sayfa. 217)

Pasif ve Akılsız Müslüman

Ayakları olmayan bir insanı koşturamazsınız. İstediğiniz kadar motive edin, diğer insanlarla yarışmasının bir anlamı yoktur. Yaşadığımız çağda aklını kullanmayan bir insanın bir milletin bir toplumun hâli de herkesin koşmak zorunda olduğu bir ortamda ayakları olmayan insan gibidir. Koşmak için harcadığı tüm çabalara rağmen sürünmeye mahkûmdur. Aklı dışlayan Müslüman toplumlar, kendilerini ne kadar zorlarsa zorlasınlar, bu sefil hâlden asla kurtulamayacaklar. 

“Bugün İslam dünyasının içinde bulunduğu perişan halin sorumlularından birinin de bu zihniyet olduğu uzun zamandan beri bilim insanları ve Müslüman entelektüeller arasında tartışma konusu olmuş ve olmaya devam etmektedir. Bugün 18. yüzyılın sonlarından itibaren Batının emperyalist sömürüsünün yarattığı sefaletin kendilerine bıraktığı sağlıksız ve ilkel sosyoekonomik şartlar içinde yaşamakta olan milyonlarca Müslümanın hayatlarını yalnızca veli olduğuna iman ettikleri şahsiyetlerin kerametleri, keşif ve ilhamları, rüyaları doğrultusunda yaşamayı ilke haline getirdikleri düşünüldüğünde vaziyetin fecaati bütün acınasılığı ile gözler önüne serilir. Evet, kabullendikleri bu hayat tarzı onlara hiç şüphesiz sıkıntılarını hafifletecek, ruhi tatmin hali sunmaktadır. Fakat şu birkaç yüzyıllık geçmişte bu manevi tatmin duygusunun onları sefaletten kurtaracak müreffeh bir hayatın kapılarını açtığı ne kadar görülebildi?” (Sayfa. 218 – Dip Not: 86)

(…)

“Tasavvufla beraber Kur'anı Kerim'in pek çok ayetle defalarca vurguladığı aklın önemi ve aklı kullanma ihmal edilerek rasyonel düşünce, tecrübi bilim ve bilimsel araştırma değersizleştirilmiştir. Böylece o kadar değerli olan akıl, yerini ilham, keşif ve keramet gibi subjektif ve kişisel mahiyetteki kriterlere bırakmaya başlamıştır. Çoğu Müslüman artık hayatını bunlara göre düzenlemeye ve yaşamaya yönelmiştir. Bu bugün de böyle devam etmektedir.” (Sayfa. 224)

“Erol Güngör bu konuda şu haklı eleştiriyi öne sürer:

‘Tasavvufun İslam kültürüne yaptığı en büyük menfi tesir, en kaliteli zihinlerin en parlak zekâları kültür hayatının dışına çekmesi ve onları kısırlığa mahkûm etmesi olmuştur... Bunun en hazin örneği İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük zihin sayabileceğimiz Gazali'dir. Onun gibi biri bütün sosyal sorumluluklarını bırakarak uzlete çekilmiş, öğrencilerini terk ederek ömrünün geri kalan kısmını doğduğu şehirdeki bir tekkede geçirmiştir.’ 
“Merhum Güngör'ün bu teşhisine büyük ölçüde katılmakla beraber, söz konusu büyük zekâların tasavvufa geçişlerinin herhangi bir sufi çevrenin zorlaması veya baskısıyla olmayıp kendi tercihlerinin sonucu bulunduğunu hatırlamamız icap eder. Üstelik onları böyle bir tercih yapmaya iten asıl sebeplerin sırf mistik eğilimler değil, o dönemler İslam dünyasının geçtiği siyasal, toplumsal, kültürel birtakım kriz ve değişimler olduğunu, bunların onlar üzerinde yarattıkları psikolojik etkiler ve baskılar sonucu vuku bulduğunu düşünmek daha doğru bir yaklaşım olur.” (Sayfa. 224 – Dip Not:91)

Tasavvufun Zararları

Prof. İlhami Güler Hoca’nın “Dine Yeni Yaklaşımlar” başlığı ile Ankara Okulu tarafından yayınlanan kitabında, Tasavvufun Müslümanlara verdiğiz zararlara dair bir bölüm yazmış. O bölümün özetini paylaşıyorum:

“Tasavvufun sebep olduğu olumsuz gelişmelerden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:”

“Sübjektif sezgi beş duyu, tecrübe ve akıl yoluyla elde edilen bilginin yerini aldı. Müslümanlar, mistik tecrübe uğruna akli ve ilmi bilgiye sahip olmaktan vazgeçti. Eleştiri ve red geleneği, yerini şeyhin veya tarikat erlerinin anlaşılması zor, kerameti kendinden menkul otoriter açıklamalarına bıraktı. İnsanlar, gerçeğe, ‘kesbî’ bilgiyle uzun yollardan varma yerine; ‘vehbi’ bilgiyle kısa yoldan varmaya kalkışınca, bundan diğer bilimler de etkilendi. Böylece eleştirel, rasyonel, tecrübi bilgiye duyulan istek azaldı: Matematik, yerini ‘Ebced’ hesabına, ‘Cifir’ ilmine; Astronomi Astrolojiye, Kimya Simyaya bıraktı. Mühendislik büyücülükle karıştırıldı.”

“Velilere atfedilen ‘keramet’ler, Müslümanların tabii sebepliliğe olan güven ve inancını sarstı. Tabiat kanunları güvenilmez oldu. Müslümanlar, her an her şeyin olabileceği bir dünyada yaşadıkları düşüncesine kapıldılar. Böyle bir dünyada tabiat kanunlarının araştırılması anlamında Tabii bilimler gelişemedi. Çünkü, bilimin temeli sebepliliğe inanmaktır.”

“Nafile ibadet ve zikrin abartılmasıyla, insanın, yeryüzündeki asıl sorumluluğu olan halifeliği ve yüklenmiş olduğu ilahi emaneti yerine getirmesi, gözden kaçırıldı. Bu anlamda sufilik, sorumluluktan bir tür kaçış ve bencilliktir. Allah'a âşık olmak, vecd ve istiğrak ile kendinden geçmek, Allah'ta ‘fena’ olmak Allah'ın sıradan insanlardan istediği şeyler değildir. Allah'ın istediği yeryüzünde zalimliği azaltmak, adaleti egemen kılmaktır.”

“Tevekkül, sufilikte, Kur'an'daki anlamını yitirerek, insanın, ahlâki sorumluluğunda olan bütün fiillerini Allah'a bırakması anlayışına dönüşmüştür. Sufiler, beşerî iradeye, sebep ve tedbir fikrine ve tabiat kanunlarına inanmanın, ilahî irade ve kadere karşı gelmek olduğunu iddiaediyorlardı.”

“Eş'ariliğin ‘kesb’ teorisi, sufilikte en yoğun haliyle kaderciliğe dönüştü. Bu düşünce, ‘Vahdet-i Vücud’ ile birleşince, insan iradesi ve bireysel özgürlük tamamen ortadan kalkmış oldu. Bu, insanın hiçbir şey yapmaması, her şeyi Allah'ın yapması anlamına gelmektedir.”

(…)

“Şeyhe mutlak, sorgusuz-sualsiz itaat, Allah'a itaatin yerini aldı. İtaatin sürekli vurgulanması, bireyselliği yok etti ve İslam dünyasında siyasal diktatörlüklerin devamını sağladı. Şeyhinin ellerinde cenaze gibi olanlar, insanları kullanmak isteyen kötü niyetlilerin elinde oyuncak oldular. Ancak, az da olsa ülke işgal edildiğinde bazı sufi tarikatların bağımsızlık hareketlerine dönüştüğü görülmüştür.” (S.146, 147, 148)

Zihinsel Sömürü 

Atasoy Müftüoğlu birçok kitabında Müslümanların zihinsel olarak sömürüldüğünden bahseder. Zihinsel olarak bir insan sömürmeden bedensel olarak sömüremez, kullanamazsınız. Aklını kullanma yeteneğini kaybetmiş, düşünme melekesini gönüllü ve istekli olarak başkasına teslim etmiş bir insanı kullanmak ve kandırmak zor değildir. Batı’nın İslam coğrafyası üzerinde kurduğu ekonomik sömürge düzeninin temelinde bu yatıyor. Bir ülkenin fiziksel olarak nasıl sömürüldüğünü görmek için göz yeterli olabilir. Ancak zihinsel sömürünün nasıl yapıldığını görmek ve anlamak için göz yeterli değildir. Prof. Ahmet Yaşar Ocak Hoca’nın bu konuda yazdıkları bir manifesto niteliğindedir. Elbette meraklısı için bu ve benzeri kitapları mutlaka okumasını tavsiye ederim. Ancak kitabın sonlarında yazılanları alıntılamadan bu yazıyı bitirmek olmazdı. 

“Uzun zamanlardan bugüne İslam dünyasının yaşadığı, yenmeye çalıştığı sefalet ve perişanlığın sorumluluğunu sadece Batı’nın sömürgeciliğiyle izah etmek artık yeterince ikna edici görünmüyor. Asıl sebep ona bu sömürü ortamını hazırlayan İslam dünyasının kendi iç zihniyet, toplumsal ve ekonomik problemleridir. Tasavvuf böyle bir ortamda yarattığı sanal, ütopik atmosferle Müslümanları emperyalizmin sömürüsüne boyun eğip iç dünyalarına kapanacak bir zebunluğun yolunu açmıştır.”

“Çekilen bu sefaletin izalesi konusunda tasavvufun önerisi yine içe dönmek olmuştur. Yüzyıllardan bu yana onca evliyanın, onca keşif ve kerametlerinin, ilhamlarının, rüyalarının bu sefaleti bertaraf etmeye yaramadığı açıkça ortadadır. İslam dünyasını içinde bocaladığı meskenetten ve geri kalmışlıktan kurtulma yolunun akıl ve gerçek bilimden geçtiğini, ancak böylece yeni bir dinamizm kazanabileceğini göstermek ve Müslümanları buna ikna etmek gerekmektedir. Kısacası şu sözü söylemek herhalde yanlış olmayacaktır: ‘Uzun zaman var ki Batının akılcılığı (bilimi, teknolojisi, endüstrisi) tasavvufun irfanına galip gelmektedir.’ Bir zamanlar ‘Doğudan gelen ışık uzun zamandır parlaklığını yitirmiş görünüyor, O ışığın yeniden parlaması şüphe yok ki dünyayı da tekrar aydınlatacaktır.’ (Sayfa. 418)

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sait ÇAMLICA Arşivi