Zeki KILIÇ

Zeki KILIÇ

Bu yazıyı birileri Cumhurbaşkanına okutsun!

Bu yazıyı birileri Cumhurbaşkanına okutsun!

BU YAZIYI BİRİLERİ CUMHURBAŞKANINA OKUTSUN!

Kaç gündür bu yazıyı yayınlayıp yayınlamamak arasında gidip geliyorum. Failin –aslında mağdur demek daha doğru olur.-  iznini almamış olmak benim tereddüdüm. Dostlarınki daha farklı:
 
 
“Bir süre yazmasan iyi olur”dan, “Zaman kötü …”ye; “Çoluk çocuk sahibi adamsın”dan, “Sivri dilin başına bela açacak bak, demedi deme”ye uzanan bir sürü nasihat cümlesi… 
 
Edebiyatla haşır neşir bir arkadaş: 
 
-Ne olacak ki, diyor. Söylesen tesiri yok.
 
Ben ki cehaleti cüretine tavan yaptıran adamım. Bana kinaye öyle mi?
 
Fuzûli’den telmihle üstelik:
 
-İyi de, diyorum, “Sussam gönül razı değil.”
 
Öfkeleniyor. Beni koruma isteğinden, biliyorum:
 
-Yazılarını hatır için okuyan üç-beş adamız. Ekâbir görecek mi sanıyorsun yazıyı? Başına bela almak ahmaklığından başka bir şeye yaramaz yaptığın.
 
Kinaye sırasını bana geçirdi bilmeden ya, yüzümde hince bir tebessüm.
 
-Olsun, diyorum. Maksat safım belli olsun. Karınca misali hani…
 
Tanrım, diyorum içimden, biz temkinden korkuya bu kadar kısa sürede nasıl geçebildik. Dostta kusur aranmaz ya, dönüp içimi kınıyorum.
 
-Yaz, diyorum içime, İsrailoğulları gibi olma.
 
İznini almadığım için ismini yazmayacağım, tamam. Ama gerisini anlatacağım bir bir.
 
Aha da yazıyorum…

Kırk yıllık ömründe huy diye, karakter diye ne biriktirdiyse hepsini biliyorum. Uzaktan- yakından ömrünün bütün evrelerine dair şahitliğim var. Bütün ailesini tanıyorum. Kardeşini, annesini, babasını…
 
Ömürlerinin uzunca bir dilimini devlet ve millet menfaati için doğuda bir yerde, hainin pıtrak gibi bittiği bir coğrafyada, din ü devlet, mülk ü millet sevdalısı çocuklar yetiştirmek için heba etmiş anne-babanın çocuğu o. Öyle ki:
 
-Biz aynı imanın, aynı toprağın çocuklarıyız. Ayrı değil bir milletiz, deyince, muhataplarından biri:
 
-Babam söyledi, dün dinimizi değiştirip zorla Müslüman etmişsiniz bizi. Şimdi de milliyetimizi değiştirmek istiyormuşsunuz, cümlelerine muhatap oldukları bir coğrafyada vatan ve millet sevdalısı nesiller yetiştirdiler. Yılmadılar, yıkılmadılar. Her türlü tehdide karşı koyup, her zorluğa göğüs gerdiler. 
 
Arkadaşımın anne-babasıdır bahsettiğim. 
 
Dikkat buyurun! Size, bu ailenin terbiyesi ile yetişmiş bir insandan bahsediyorum. 

En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Bana: “ Senden daha iyi Ülkücü var mı?” diye sorduklarında, hiç duraksamadan “Türkeş” diyorum. Boğazımda adı düğümleniyor. İkimizin yaşantısına, değerlere sadakatine bakıp bir de onun adını söylüyorum.
 
Efendi olduğu kadar zeki, azimli…
 
Sülalenin kendisinden büyükleri ile akranlarının gördüğü en büyük okul kapısı Eğitim Fakültesi…
 
Mülkiye kapısını ilk açandır o. Siyasal okuyor. Yetmiyor, yüksek lisans yapıyor Tarih’ten. Tekerrür ettirmem belki diye.  Doktora yaptığını da söyleyelim de eksiğimiz kalmasın.
 
Maderzad milliyetperver olmanın cezasını çekiyor 28 Şubat döneminde. Yazılı sınavlarından yüksek puanlar alarak girmeye çalıştığı devlet kapısı mülakat marifetiyle kapatılıyor yüzüne. –Şimdi de değişen pek bir şey yok ya,  neyse… Konumuz o değil şimdi- Uluslararası bir şirkette çalışıyor bir süre.
 
Kardeşim milliyetçi ya, beynelmileliyetçiliğe karşı haliyle. Gel deyince devlet, itiveriyor elinin tersiyle o işi… Ankara’da, bir bakanlıkta ortanın üstü- üstün ortası ( tabir bana aittir) bir bürokrat olarak çalışıyor bir müddet. Öğretmenden öteye geçememiş sülalenin ilk bürokratı olarak yine tarih yazıyor ama o, oralı bile değil. Bana bile “abi” diye hitap ediyor mesela… Geçelim…

Bakan değişiyor.Bütün bürokratların istifası alınıyor. Kadrolar yenileniyor.Eskilerden kalan iki- üç kişiden biri o. Vazgeçilmiyor, vazgeçilemiyor. Devletin kör kuruşu derdi… Yemiyor, yedirmiyor. Çalmıyor, çaldırmıyor.  O, farkında değil… Aslında terbiyesizlik ediyor(!)
Birileri bu terbiyesizliği  “günü gelince” diye, galiba bir yerlere not ediyor.

O gece.
 
“12. Gece İsneyn gecesi” değil, o meş’um 15 Temmuz gecesi.
 
Çocukları üçer beşer ölürken Flash TV’de çalgılı çengili programlar seyrettiğini ve gaflette olduğunu düşündüklerimizin “Vatan elden gitmesin” kaygısıyla tanka göğsünü siper ettiği o gece. Telefonuna bir mesaj geliyor, bakanlığa gel diyen. 
 
“Bu atmosferde sokağa mı çıkılır, ya bir kurşuna denk gelirsem?” diye düşünmüyor.
 
Eşiyle çocuğunu bırakıp bir başına, bakanlığa koşuyor. İki gün bakanlıkta yatıp kalkıyor, bakanlığın onuruna sahip çıkmak adına, kendisine emanet edileni korumak için.
Vekiller alkışlarla taltif edilirken işin sonunda, o sessiz sedasız kızının yanına gidiyor.
 
Sabah “İş” diyorsunuz yapıyor, gece “Nöbet” diyorsunuz tutuyor.

Genel müdür yardımcısı çağırıyor bir gün. Rengi renk değil, sesi ses değil. Ezilip büzülüyor, eğip bükerken duygularını.
 
“….cığım, diyor, biz seni seviyoruz ama…”
 
-Ama? diyor bizimki.
 
Kocca genel müdür dil kabızı olmuş sanki. Kelimeler yuvarlandıkça yuvarlanıyor ağzında. Bir türlü dışarı çıkmıyor.
 
-Ama bak, diyor sonunda. Seni açığa almıyoruz. Sadece idarecilik görevinden istifa et. Bir alt kadroda devam edeceksin.
 
Anlamayan gözlerle adama bakıyor. Yüzünde bir “niye?” hali…
 
-Soruşturmamda bir sıkıntı mı var? Diye sorarken bile anlamamış durumu.
 
-Yok, diyor genel müdür yardımcısı. Soruşturman temiz çıktı. Ama görevden ayrılmalısın.
 
-İyi de, diyor arkadaşım, ben paralelci değilim ki. Sıkı durun.  Zurnanın o deliği burada işte. 
 
“Ben paralelci değilim. Niye istifa edeyim ki” soru cümlesine verilen cevap aynen bu:
 
-Ama AKPARTİLİ DE DEĞİLSİN…
 
Mesele mevki-makam değil. Üç ay önce deseler tereddüt bile etmeyecek, kendi adına, başkalarının önceden hazırladığı istifa dilekçesine imza atarken.
 
Ama şimdi…
 
O hainlerle bir tutulmuş gibi…
 
“İstifa etmiyorum” diyor.
 
Kocca genel müdür yardımcısının ısrarlarını reddedip çıkıyor odadan. 
 
Yarım saat geçmeden müsteşar yardımcısı çağırıyor. Aynı konuşmalara aynı dirençle cevap veriyor arkadaşım. Müsteşar yardımcısının cevabı, son cümlesindeki yüklemden kat be kat çirkin:
 
-İmzalamazsan iş çirkinleşecek.
 
Tehdide boyun eğecek adam değildir ama bu kadar alçalabilecek adamla muhataplığı kesmek adına atıveriyor imzayı, çıkıyor odadan.
 
Ertesi gün odasında, kendi altında çalışan bilmem nere mensubu sakallı bir abiyi görünce, anlıyor durumu. Gülüyor sadece. Gülüp geçiyor.

Sayın Cumhurbaşkanım,
 
Herkes gibi siz de ben de biliyoruz ki siz sadece cumhurun değil- gayr-ı resmi de olsa- yasamanın da yürütmenin de başısınız. Sizin izniniz olmadan bab-ı âlinin kapısından karasinek bile giremez. Ve yine biliyorsunuz ki “Sokağa çıkın, direnin!” çağrınıza ilk icabet edenler Ülkücülerdi. Yenikapı mitinginde ülkenin birliğinden ve dirliğinden yana herkes ne güzel fotoğraflar vermişti. Bakanlar, liyakat diyordu. Başbakan, ehliyet diyordu. Siz, adalet diyordunuz. Ne yazık ki külfete gelince hatırlananlar, ülfete gelince itiliyor hâlâ. Böyle onlarca örnek var. Birileri it izini kurt izine karıştırıp memleket sathında yıllar sonra oluşmaya başlamış birlik duygusunu yıkmaya çalışıyorlar, bilmem farkında mısınız?

Sayın Cumhurbaşkanı,
 
Ömer’in postunda oturduğunu iddia edenin Ömer gibi davranması gerekir.
 
Dicle’nin kenarı olsa hadi neyse… Ankara’nın ortasında hukuk çiğneniyor, hak gasp ediliyor.
 
Babalarını 19 yıl önce kaybetmiş millet sevdalısı bu yetim çocukların hakkı yeniyor. 
 
Ve onlar sizden mülakatlar için torpil değil sadece adalet bekliyor.

Sürç-i lisan ettimse affola… 
 
Saygılarımla…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Zeki KILIÇ Arşivi