Özgür UYANIK

Özgür UYANIK

Demirtaş ve Üçüncü Jenerasyon Siyasetinin anatomisi

Demirtaş ve Üçüncü Jenerasyon Siyasetinin anatomisi

2018’in son günlerinde Vogue dergisine New York sokaklarında poz veren Sarah Jessica Parker’ın bize bir sürprizi vardı. “Sex and the City” dizisinin bu ünlü oyuncusu elinde Selahattin Demirbaş’ın “Seher” adlı kitabının İngilizce versiyonunu taşıyordu. Aslında kitap henüz basılmamıştı bile. Üstelik moda dergisi olan Vogue’un politikayla ya da Demirtaş’la bir ilgisi yoktu. Bayan Parker’ın ise bırakalım Demirtaş’ı tanıma ya da Türkiye’nin haritadaki yerini bilme ihtimali çok düşüktü.  

Mevzu edebiyat değil kuşkusuz. Ortada bir hikaye var ama onun da yazarı aslında Demirtaş değil. 

Şöyle diyor birkaç gün önce Ruşen Çakır’a cezaevinden gönderdiği cevapta: “Ben Kürt bir siyasetçiyim diye veya Kürt sorununun çözümünü en çok benim de içinde bulunduğum siyasi çizgi dillendiriyor diye yazıp konuştuğum her şeyde ille de Kürt sözcüğü geçmek zorunda mı?”

Otuz yıl boyunca siyaset ve ülkenin geleceği adına atılan her adımın önüne “Kürt sözcüğü”nü getirip koyacaksınız, memlekette yaratılmış tüm demokratik kurumları sendikasından meclisine, belediyesinden üniversitesine bu “Kürt sözcüğü”ne prangalayacaksınız ve bugün hiç üstünüze alınmadan konuşacaksınız. 

Demirtaş mahpusta dönüşüm mü geçiriyor yoksa rolünün ayırdına mı varıyor? 

Dün Abdülkadir Selvi, Demirtaş’ın özellikle Abdullah Gül’ün temsil ettiği çevre tarafından öne çıkarıldığını yazdı. Bir nevi Gül’ün “Apo”su da “Selo”dur demeye getirdi. Ancak Selvi’nin değerlendirmesi durumu tespit etmekten ziyade siyaseti bir ucunda Erdoğan’ın diğer ucunda Gül’ün olduğu bir çizgi gibi yorumlama niyetinin bir sonucu. 

Birincisi Türk siyaseti iki isim arasına sıkıştırılamayacak kadar zengin bir birikime sahiptir. İkincisi Demirtaş’ın misyonu Gül’ün muhalefetin tek adayı olarak cumhurbaşkanı seçimlerine girmesini sağlamaktan ibaret değildir. 

Demirtaş’ın 7 Haziran (2015) seçim sahnesine bir yıldız gibi çıktığı günleri hatırlayalım. Elinde sazı ile televizyonları gezip türkü söylüyordu. O günlerde medya aracılığıyla başarılı bir deney gerçekleştirildi. Genç ve sempatik bir lider topluma sunuldu. Fakat en önemlisi bunu gerçekleştirirken onu hiçbir siyasi bagajı olmayan bir politikacı gibi yansıtmaya özen gösterdiler. Ancak bu proje Atlantik’in yaramaz çocuğu PKK’nın kazdığı hendeklere düştü. 

7 Haziran sürecinde Demirtaş’a biçilen misyon belirgin olmayan Avrupa merkezli bir siyasi projenin sempatik yüzü olmaktan ibaretti. Toplumsal grup ve sınıflarla değil bireylerle müzakere eden politik tarzı ilk kez o günlerde ortaya çıktı. Bu onu diğerlerinden ayıran en önemli özelliğiydi. 

Türkiye’de 12 Eylül darbesinden bu yana siyaseti üç jenerasyona ayırabiliriz: 1986-91 arası liberalleşme dönemiydi. Türkiye o yıllarda özelleştirmeler, borçlanma, fiyat serbestliği, yerelin güçlenmesi, büyük göç hareketleriyle tanıştı. 1996-2006 arası post-modernist dönemdi. İki kutuplu dünya yıkılmış, toplumsal sınıfların yerini cemaatler, dini ve etnik kimlik siyaseti almıştı. Bu saydığım iki dönem de batıda bizden on yıl öncesinde yaşanmıştı. Dikkat ederseniz bizde bu dönemleri açan çevreler batıyla en yakın ilişkilere sahip olanlardı(Özal, Çiller, Erdoğan). 

2006-2013 yılları arasında batıda post modern dönem sona ermişti ama bizde halen cemaatlerin merkeze hücumu sürüyordu. Biz bu iktidar savaşıyla meşgul olduğumuz sırada iletişim teknolojisindeki değişimlerin toplum üzerindeki ilk etkileri görülmeye başladı. Bu sürece en hazırlıklı çevre Kürt siyasetinde kümelenmiş liberal Marksist kasttı. Demirtaş bu kastın hazırladığı üçüncü jenerasyon siyasetinin ilk temsilcisi olarak sahneye çıktı. 

Bugün hapisteki Demirtaş’ın iki siyasi bavulu olduğunu görebiliyoruz. İlki ve en önemlisi parçalı muhalefeti bir araya getirecek bir meşruiyet projesinin inşası. Buna kısaca “Demokrasi İttifakı” deniyor. Fakat buradaki “demokrasi” kavramı ilk planda ahlaki bir yorum olarak bize sunuluyor. Nasıl ki iktidar kendisini güç(lider), fetih(ordu), din(cami) üzerine kurduğu ahlaki meşruluğa dayandırıyorsa Demirtaş’ın öncülüğünü yaptığı muhalefet de demokrasi kavramını iktidarın karşısına dikilen ahlaki bir ilke gibi kullanıyor.

Ekonomik-sosyal sorunlarla otoriterlik arasında kurulan ilişki “demokrasi”yi kaçınılmaz biçimde ahlaki bir ilke haline getiriyor. Böylece demokrasi kavramı işsizlik, enflasyon, refah eksikliği, eğitimde adaletsizlik ve tüm toplumsal altyapı sorunlarını çözecek tek anahtara dönüşüyor. 

Kuşkusuz hiçbir ahlaki kavramın altı siyasi bir projeyle doldurulmadan anlam ifade etmez. Akşener’in 11 Ağustos’ta “İyileştirilmiş, güçlendirilmiş parlamenter sisteme destek veririz” sözlerinden sonra Demirtaş’ın 17 Ağustos’da yayınladığı “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” yazısından muhalefeti birleştirecek siyasi önceliğin başkanlık sistemini dengeleyecek bir parlamentarizm olduğu anlaşılıyor.

Bu aslında HDP’nin açıktan, CHP’nin yavaş yavaş ama sessizce kabullendiği, İYİP’in utangaç biçimde uyum sağladığı batı merkezli bir program. İdeolojik rengini fazla belli etmemesine rağmen toplumsal-hukuki uygulaması bölgesel özerklikten LGTBİ’ye kadar uzanan çok geniş bir teorik çerçeveye sahip. Orta vadede hedefi ise yeni bir anayasa yapmak.

Herhangi bir siyaseti başarılı kılacak başlıca etken ihtiyaçla kendi projesi arasında bağ kurabilme yeteneğidir. İktidarın son dönemdeki başarısızlığı da bu ihtiyaç meselesine toplumun geniş kesimlerinden değil kendi merkezinden bakması. Diğer yandan toplumsal ihtiyacın iktidarın siyasetini sınırladığına da tanık oluyoruz. Bunun en somut örneği İstanbul Sözleşmesi’nin yarattığı etki ve yaygın çevre protestolarıdır. 

Üçüncü jenerasyon siyaset; kadın, çevre ve gençlik sorunlarını müzakereye açık olduğunu göstererek yeni bir toplumsal taban inşa ediyor.  Bu siyasetin püf noktası müzakerenin toplumsal grup ya da sınıflarla değil bireylerle yapılması. Çünkü üçüncü jenerasyon siyaset kurumlarla toplum arasındaki ilişkiyi bireyler üzerinden kurmayı temel alıyor. Bu, enformasyon teknolojisinin bireye kendisini temsil için yeterli araçları sunduğu savına dayanan yeni tip demokrasiye işaret ediyor. Birey artık mecliste bir parti ya da sivil toplumda bir cemiyet tarafından temsil edilmeye önem vermiyor. Bu siyasette temiz bir çevre, dini, kültürel ya da cinsel baskıdan uzak bir serbestlik, iş olanağı, eğitim, teknolojiye erişim gibi ihtiyaçlar toplumsal değil bireysel talepler olarak ele alınıyor. 

Fakat asıl şaşırtıcı olan toplumsal tabanı bireylere kadar bölen bu siyasetin merkezi inşa etmeyi de önüne bir öncelik olarak koymuş olması.

Bu noktada inanılması zor ama Demirtaş sorunun “demokratikleşme değil kurumsallık” olduğunu söyleyecek kadar radikal bir çıkış yapıyor. Radikal çünkü içinden geldiği merkez Cumhuriyetin tüm kurumlarına düşmandı. Okul yakıp, öğretmen öldüren bir siyasetin kurumsallıktan bahsetmesi mümkün olabilir mi?

Demirtaş’ın “Kürt sözcüğü”ne dayanmamanın üzerine bir de “kurumsallık” vurgusunu koyduğumuzda onun ikinci bagajında temsil ettiği kesimi dönüştürme misyonu taşıdığı ortaya çıkıyor. Aslında Demirtaş dolaylı biçimde HDP’nin önüne “silahlara veda” mesajının taşınması görevini koyuyor. 

Bu da bildiğimiz anlamda 12 Eylül sonrası Kürt siyasetinin sonu anlamına geliyor.



 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Özgür UYANIK Arşivi