Selçuk DÜZGÜN

Selçuk DÜZGÜN

FITRAT MESELESİ (Elçibey`in Aziz Hatırasına)

FITRAT MESELESİ (Elçibey`in Aziz Hatırasına)

FITRAT MESELESİ

(Elçibey`in Aziz Hatırasına)


    Bir sevdaya düşmüş gidiyorduk bu hayatta…

    Daha çocuk sayılacak yaşlardaydık…

 

Nasıl ve nereden geldiğini anlamadığımız bir inancın bir kavganın içerisindeydik.  Herkes `Türkiye Türkiye`  diye bir milliyetcilik yapıp millet olmaya çalışıyorken inanın neden bilmem benim içimde hep dışarıya, daha dışarıya ufukların ötesine bir yolculuk vardı. Türkiye bana dar geliyordu.

    

Bize ezberletililen bir `Misak-ı Milli`  çenberi içinde sınırlarımıza haps olmuştuk. Ama yine de  zaman alamıyordu  beni, mekan hayallerime  dar geliyordu. Biliyordum ki; ötesi var daha ötesi var!

 

Soruyordum;  Neden bana BOZO derler?

 

Neden ben daha çocuk yaşta olmama rağmen namus, şeref,  haysiyet gibi kavramları ruhuma işlemişim?

 

Daha ilkokul çağlarında anasını bacısını kem gözelerden sakınan, kıskanan bu  ruh hali ne? Nedir atasına bi yumruk atanı öldürecek kadar içine girmiş intikam gücü?


Neden ben herkesin oynadığı `yağ satarım bal satarım` oyunlarından oynamıyorum da, sapanımı alıp ava çıkıyordum?


Sahi şu okula giderken her sabah okuduğumuz `Türk`üm, Doğruyum, çalışkanım.` ile başlayan And`ımızı neden gırtlağım yırtılırcasına söylüyordum? Neden istiklal marşı okulunca düşman üstümü saldırsa bile anında yerinde durup gözlerimi buğulanmasının önüme geçemiyordum?


Hiç unutmam lise sondayız ABD I. Körfez Savaşı için Irak`a girmiş. Saddam`ıda tanımayız ama Petiot-Sukut savaşlarında Irak her ABD`li ye zarar verdiğinde kendimiz savaşı kazanmış gibi okulun koridorlarında sevinç çığlıkları atıyorduk.


Yarabbi bu işin okulu, eğitimi yoktu. Biri bizi alıp  bu konularda özelde eğitmedi. Peki de neydi bizi bu olaylar kaşısında bu tepkileri verdiren kuvvet?


Sonra bir şiir düştü o genç bedenlerimize, bir haykırış düştü. Bir zulme karşı baş kaldırı düştü ve hep birlikte söyledik `Ya Karabağ , Ya ölüm Başka yolu yok artık` diye.

 

Neydi `Çırpınırdın karadeniz` marşı çalınca Moskova`ya, Limasol`a, Karabağ`a Türk bayrağı dikme isteğimiz?  İşte o dönemlerde ruhumuza sanki otomatik yüklenmiş bu dünya görüşümüzle şimdi herbiri  Rahmetli olan Türkeş`i, Yazıcıoğlu`nu, Elçibey`i, Denktaş`ı, İsa yusuf Alptekin`i, Dudayev`i Ahmet Sadık`ı tanıdık. Onların görüşleri bir milletin kaderi idi. Onlar kayıtsız şartsız bir milletin sevdalıları idi. Ve biz, bize Mevla tarafında üflenen bu ruh halimizi onların öğretileri, mücadelleri ile süsledik geliştirdik.


Bu ruh hali geldiğimiz kişilik oluşumununda kaynağıdır. Birileri bizi sevmeselerde, faşist-ırkçı deseler de anladık ki diyenlerin hepsi o ruhun vediği mücadelelerin sonucu bugün hayattalar.


Diyeceksiniz ki, bunları niye anlattın?

 

Değerli arkadaşım Agil Cemal benden Rahmet`li Elçibey için bir yazı yazmamı rica etti ve `iki saat   vaktin var yetiştirebilirmisin`  dedi.  

 

Oysa ben her konu hakkında rahat yazarım ama ruhuma işleyen abide-i şahsiyetler hakkında çok kolay cümle kuramam.


Ozaman kuramadığım bu cümleleri kuran her cümlesinin altına imza attığım Rahmetli Elçibey`in kendi ağzından  size onu  anlatayım:


Ebulfeyz Elçibey Anlatıyor;

 

``Bütün gücümü talebeler arasında millî şuurun uyanmasına yönelttim. Hiç kimseye de hesap vermiyordum. Çok şeyleri yakın dostlarımdan bile gizliyordum. Üçerli beşerli, yedişerli ve dokuzarlı gruplar kurdum.  Biri bizi sattı. 15 Ocak 1975'te tutuklandım. 1,5 yıl hapiste kaldım. Ben hiç bir hoca ve talebeyi (hattâ KGB ajanlarını da) suçlu saymıyordum. Bir düşmanım vardı, emperyalizm! Geri kalanlar onun zavallı hizmetçileri idi!

 

1938 yılının Haziran ayında Azerbaycan'ın Ordubad vilâyetinin Keleki köyünün "Halil Yurdu" denilen yaylasında doğmuşum. Babam "Kadirkulu Aliyev Merdan oğlu." Rus-Alman Savaşı'nda (İkinci Dünya Savaşı) askerde ölmüş. Annemin adı da Mehrinisa'dır.

 

Onu biliyorum ki, ben Türk'üm. Belki de bende daha çok Şamanlık izleri var. Sakinliğimden hissediyorum ki, Oğuzlar'danım; arada sırada öfkelendiğimde diyorum ki, Kıpçaklar'danım.

 

Yedinci sınıfa kadar Unus 7 Yıllık Mektebi'nde okuduktan sonra Ordubad 1 Numaralı Şehir Orta Mektebi'ne devam ettim. O zamanki köy çocuklarının hayatında olduğu gibi ben de şunları yaşadım: Çoğu zaman kevenlerin, sürgünlerin, kangalların içerisinde çoğumuz yalın ayak geziyorduk. Mektebe de yalın ayak giderdik. Komşumuz olan Unus adında bir köy var, orada yedi yıllık mektepte birinci sınıftan yedinci sınıfa kadar okudum (bizim köyde mektep yok idi). Yedinci sınıfı bitirene kadar en büyük arzum hekim olmak idi. Sekizinci sınıfta tarih ilmine meylim arttı, cemiyeti kavramak bana daha çok ilgi çekici geldi ve Marks'ın "Kapital"ini okumağa başladım. Bize şöyle propaganda etmişlerdi. Güyâ, "Kapital" dünyanın en büyük şâheseridir. O vakitler "Kapital"i okuduğumda çok fazla anlayabilmiş değildim. Hocalarım ve talebe arkadaşlarım bana haklı olarak istihzâ ile baktılar.

 

Küçük yaşlarımdan itibaren oruç tutuyordum (gizli gizli oruç tuttuğumu hocalarım bilsin istemiyordum), arada bir annem ile yan yana namaz da kılıyordum.

 

Onuncu sınıfta Azerbaycan Devlet Üniversitesi'nde (şimdiki Bakü Devlet Üniversitesi'nde) Şarkiyat Fakültesi'nin açılacağını duydum. Nizamî, Hakanî, Fuzulî ve başka şairlerimizi doğru anlamak maksadıyla bu fakülteye hazırlandım. 1957'de Üniversitenin Şarkiyat Bölümü'ne (o vakit Filoloji Fakültesi'nin bünyesinde idi) Arap Filolojisi sahasına kaydoldum.

 

II. ve III. sınıflarda okurken tarihî-siyasî meseleler beni daha çok meraklandırdı. Az çok, hayata gençlik bakışımla gördüm ki, halkımız bir felâket içerisinde yaşıyor. Ben Güney Azerbaycan faciasını sekiz yaşında görmüşüm, duymuşum. O zaman bilmiyordum ki, tarihin hangi yılıdır. Sonra bildim ki, bu 1946 yılıdır. Gece yarısı Araz'a atlayıp (Allah bilir pek çokları boğulmuştu) kuzeye geçen fedâiler-erkekler, kadınlar, kızlar gelip; bizim Keleki köyüne çıkıyorlardı; geceleri kapımız dövülürdü, açardık...bin bir eziyet çekmiş insanlar... Bir iki gün geçmezdi, hükümet memurları gelip onları bir yerlere götürürlerdi. Ben anama soruyordum: Bu adamlar kimdir, bu teyze niye ağlıyor, bu çocuğun babasını kim öldürmüş? Niye elbisesi kanlıdır? Hafızamda şu sözler daha çok kalmış: "Ne bileyim? Bedbahttırlar, kardeş kardeşi öldürmüş. Bizimkiler gitti muharebede kırıldı, bu bedbahtlar da birbirini kırıyor. Hitler'in Allah belâsını versin. Stalin'in de bıyığı yerde kalsın!". Bu sözler ömrüm boyu benim kulağımda çınladı. Büyüdükçe ben de herkes gibi her adım başı haksızlığa hedef oldum. Ayıldığımızda gördüm ki, büyük, ulu bir halk millî felâket içerisinde çabalıyor.

 

Çocukluğumda bana şaka ile "millet" diyorlardı, şakaya alıyorlardı. Üniversitede de bâzen "Millet" diyorlardı. Sonra ben düşündüm ki, ben kimim, neci olmalıyım... "Milletçi" sözünün kökü Arapça'dır. Düşündüm ki, Türk sözü kullanmalıyız; bu sözün yerine "Elçi" sözü uygundur. "Milletçi" sözü yerine "Elçi" sözünü kullanalım.

 

1962'de üniversiteyi bitirdim. 7-8 ay staj yaptıktan sonra biz, 5-6 arkadaşı, Assuan Barajı'nın yapıldığı Mısır'a mütercim olarak gönderdiler.

 

Azerbaycan'a dönünce bütün gücümü talebeler arasında -millî şuurun uyanmasına yönelttim. Hiç kimseye de hesap vermiyordum. Çok şeyleri yakın dostlarımdan bile gizliyordum. Üçerli beşerli, yedişerli ve dokuzarlı gruplar kurdum. Her grupla da kendim meşgul oluyordum. Bu, çok vakit ve güç istiyordu.

 

Artık cemiyetlerimiz vardı; üçerli, beşerli, yedişerli, dokuzarlı. Ayrı ayrı gruplar kurmuştum ki, bir biri ile alâkası olmasın. Çünkü bilirdim ki, çabuk iliştirirler.

 

Geç evlenmemin de sebebi şu idi: Arkadaşlarla anlaşmıştık ki, yakalanacağız, onun için aile kurmayalım. Öyle de oldu, yakalandık. Sonra meselenin kökü döndü. Bâzı adamlar meydandan kaçmak için kendilerine bahane gösteriyorlardı. Diyorlardı ki; Ebülfez'e göre ne var -bekârdır, ailesi yok, çoluk çocuğu yok. (Şimdi bir kızı Çilenay; bir oğlu: Ertuğrul var). Onun için kolaydır, senin ise ailen var, çoluk çocuğun var. Böyle deyip pek çok kimse meydandan ayrılıyordu. Ona göre de düşündüm ki, biz de aile kurmalıyız. Eğer bu yolda yürüyorsak aile de kurban olsun, çoluk çocuk da kurban olsun. Bunu sadece biz yapmamışız, bizden önce yüzlerce örnek var. Mehmed Emin Resûlzadeler'in yanında biz kimiz.

 

Hayatımda en ağır sarsıntılarım: 20-23 Ocak 1990, Daşaltı ameliyatı, Hocalı faciası, Şuşa ve Laçın hıyâneti...

 

En çok müteessir olduğum şey dostlarımı kaybetmektir (bütün mânâlarda).

 

Sevgim- millete!

Vurgunluğum- istiklâle ve adâlete!

İtaatim- hocalarıma!

Borcum-dostlarıma ve meslekdaşlarıma!

Nefretim- yalancılara ve yüzsüzlere!.. ``

 

Evet birbirini hiç tanımayan ama millet, devleti , hürriyeti için dünyanın bir çok yerinde şu anda aynı duyguları paylaşan ve yaşayan kaç insane vardır. Ve artık inanıyorum adamlık, kişilik, şeref sahibi olmak, haysiyet sahibi olmak bir Fıtrat meselesidir.

 

Evet ben de benzer sebeplerden geç evlendim.

 

Ama yukarıdaki şahsiyetlerin verdiği mücadelelerin yanında biz kimiz ki.

 

Şimdi güzelim ülkem de ruhuma ızdrap çektiren şarlatanlıkları görüyorum, içim yanıyor.

 

Mevlam bize de bu abide-i şahsiyetler gibi anılmayı nasip etsin, en güzel ölümü bize bahşetsin.


Ve ben de şu sözlerin altına bin kez imza atıyorum;

 

`Sevgim- millete!

Vurgunluğum- istiklâle ve adâlete!

İtaatim- hocalarıma!

Borcum-dostlarıma ve meslekdaşlarıma!

Nefretim- yalancılara ve yüzsüzlere!.. `


Kalın sağlıcakla




Selçuk Düzgün-Bakü

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Selçuk DÜZGÜN Arşivi