Dünya Ve Türkiye Sinemasında Korku Filmleri İle Türlerine Eleştirel Bir Yaklaşım-2
Üç bölümlük dizi yazımızın ilk bölümünde korku filmlerinin ilk çıkış tarihinden itibaren ele almış, karakterler ile türleri hakkında da bilgiler vermiştik. Ayrıca 1900’lerden sonra özellikle de 2. Dünya savaşı esnasında Japonya, Almanya gibi ülkelerin insanlar üzerinde yaptığı korkunç deneyleri konu alan korku filmlerinin hem tür hem de karakter olarak tarihsel evrime uğradığı üzerinde durmuştuk.
Günümüzde ise korku filmlerin ana fikrini genellikle küresel ilaç şirketleri ile salgın hastalıklar oluşturmaktadır. Hatırlarsanız ilk bölümde sinema filmi kritiklerinin hikâye üzerinden yapıldığını ancak teknik olarak da incelenmesi gerektiğini hatırlatmıştım.
İşte bu bölümde paranormal akımı üzerinden buluntu görüntü tekniğine değinirken aynı zamanda ilaç şirketleri, yapılan tıbbi deneyler, korku karakterinde ki değişim ve Türk korku filmlerinde ki türler ile öğeleri üzerinde de duracağız.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle paranormal’in kısaca tanımını yapmakla başlayalım. Paranormal: olağandışı, telepati, psikokinezi gibi psişik görüngüleri yani bilinen fizyokimyasal yasalarla açıklanamayan olayları ve bu olaylarda ki psişik yetenekleri belirtmek üzere parapsikoloji de kullanılan terimdir.
Ölümden sonra yaşam gibi konular paranormal olaylardır ve bu türde ki filmler de genellikle konusunu tıbbi deneylerden alır. Paranormal filmler de karakterlerin başka varlıklara dönüşmesi, öldükten veya öldürüldükten sonra yeniden canlanması gibi psişik olayların kurgu ile deneye tutulmuş disiplinli etüt çalışmasıdır diyebiliriz. Korku sinemasında paranormal akımı, ilaç endüstrisinin veya bizzat devlet kurumlarının insanlar üzerinde yaptığı tıbbi deneyler sonrasında ortaya çıkmıştır.
PARANORMAL AKIMI İLE BULUNTU GÖRÜNTÜ TEKNİĞİ
İlk bölümde de belirttiğimiz üzere Georges Melies’in, iblis ile hayalet gibi doğaüstü unsurları içeren “Le Manoir Diable” adında ki kısa korku filmi, günümüz modern paranormal filmler için ilham kaynağı olsa da bu akımını tek bir kişiye bağlamak doğru değildir. Çünkü evrilmesinde ve popüler hale gelmesinde önemli rol oynayan belli başlı filmler ile isimler olduğu gibi kökeni de sinemanın erken dönemine kadar uzanır. Ancak bu türün “Buluntu görüntü” tekniğini ilk defa kullanarak korku filmleri kategorisinde ki yerini sağlamlaştırdığını söyleyebiliriz.
Erken dönemden günümüze değin uzun yıllar sinema da pekte yer bulamayan paranormal türünün tanınmasına, devamlılığının sağlanmasına ve popüler hale gelmesine örnek olarak üç film gösterebiliriz. Bunlar; İtalyan yönetmen Ruggero Deodato’nun 1980’de çektiği “Cannibal Holocaust”, Daniel Myrick ile Eduardo Sanchez’in birlikte yönettiği 1999 yapımı “The Blair Witch Project” ve Amerikalı yönetmen Oren Peli’nin düşük bütçeyle 2007’de çektiği “Paranormal Activity” adında ki beş filmden oluşan seri filmlerdir.
Cannibal Holocaust her ne kadar pranormal kategorisine uymuyor olsa da buluntu görüntü tekniğini kullanan ilk korku film olarak kabul görmüştür. The Blair Witch Project ile Paranormal Activity ise bu tür filmlerin popüler olmasında, tanınmasında ve bir akım haline gelmesinde öncülük etmişlerdir.
Filmlerde ki karakterler sinemanın ilk yıllarında olduğu gibi yine şeytanlar, iblislerdir ancak buluntu görüntü tekniğin kullanıldığı bu filmlerde görüntüler sanki karakterlerin kendi el kamerası, güvenlik veya telefon kamerası ile önceden çekilmiş fakat sonradan bulunmuş gibi gösterilir.
Video ile ses kayıtlarından oluşan buluntu görüntünün temel amacı da zaten seyirciye sunulan hikâyenin gerçekçi ve doğal olduğuna dair güçlü bir illizyon, sanal gerçeklik yaşatmaktır.
Bu filmlerde belli başlı kullanılan yöntemleri ise kameranın titremesi veya sallanması, görüntülerin kesik ya da bulanık olması, karakterlerin kameraya doğrudan konuşması, karakterin bir yere çarpması veya yere düşmesiyle birlikte kameranın da düştüğü hissi uyandırması vb. gibi sıralayabiliriz.
Sanki amatör kameralarla çekilmiş gibi sunulan bu filmlerin arkasında gerçekte profesyonel bir ekip vardır ve film de doğal değil, kurmacadır. Profesyonel ekibi gizleyen bu tür yöntemlerle çekilmiş filmleri seyirci, gerçekte yaşanmış bir olayın doğal belgesel kaydıymış gibi algılar ve yaşanmış gerçeklik olduğuna inanır.
İlaç endüstrisinin karanlık iç yüzünü anlatan önemli filmlerin başında ise 2007’de çekilen İspanyol yapımı “Rec” filmi gelir. Devamı da çekilen bu filmde; virüs salgını nedeniyle karantinaya alınan binada korkunç olaylara maruz kalan insanların durumları perdeye aktarılmıştır. Bir diğeri ise Güney Kore yapımı Grip (The Flu) adlı 2013 yapımı bilim, kurgu filmdir.
Bilinmeyen bir virüsün solunum yoluyla bulaşması sonucunda 36 saat içinde hastanın ölümünü konu alan filmde insanların durumları, toplumda yarattığı panik ve korkunun karşısında tıbbın çaresizliği de gözler önüne serilmektedir. Bu filmlerin bazı sahnelerinde kısmen kullanılan ve paranormal türlerin vazgeçilmezi haline gelen buluntu görüntü tekniği artık aksiyon, gerilim, suç, bilim kurgu ve polisiye gibi filmlerde kullanılarak yaygın hale gelmiştir.
TÜRK SİNEMASINDA KORKU ÖĞELERİ İLE KARAKTERLER
Değişen dünya düzeniyle birlikte korku filmlerinin konusunda ve karakterlerinde ciddi değişiklikler de oldu. Özellikle de salgın hastalıkların yaygınlaşması ve tedavisine ilişkin küresel ölçekte kuşku bırakan uygulamalar ve söylemler, ilaç endüstrisinin ciddi şekilde sorgulanmasına neden oldu.
Başta Dünya Sağlık Örgütü ile ABD İlaç ve Gıda Dairesi FDA olmak üzere insanların tıbba ve bilime olan inancını ciddi şekilde örseledi. İlaç ve gıda endüstrisinin karanlık içyüzünü aydınlatan pek çok belgeseller de çekildi ancak korku filmleri, insanlar üzerinde yapılan tıbbi deneyler ile doğurduğu sonuçları kurgulayarak ileri de neler olabileceği konusunda öngörülerde bulunmamıza da yardımcı oldular.
Genellikle ana fikir olarak hafıza silme, çip yerleştirme, acıya dayanma, duygusuzluk gibi normlar üzerinden insanların biyonik yaratığa veya hayvan ile insan arası isimlendirilemeyen tuhaf bir yaratığa dönüştürüldüğü üzerinde durdular. Bunun yanı sıra yapılan yanlış deneyler sonucunda kontrolden çıkan deneklerin öldürülmesinden veya imha edilmesinden sonra yeniden canlanmasını fantezinin dışına taşıyarak Vampir, Zombi vb. gibi yeni korku karakterleri yarattılar.
Türk sinemasında korku türü filmler ise Aydın Arakon’un yazıp yönettiği 1949 yapımı “Çığlık” adlı filmle başlamıştır. Cinayeti konu alan bu filmi, yönetmenliğini ve senaristliğini Yavuz Yalınkılıç’ın yaptığı 1970 yapımı “Ölüler Konuşmaz ki” adlı korku ve gerilim türünde ki film takip etmiştir. Gizemli bir şekilde işlenen cinayetin nedenlerinin akılla, bilimle değil de dini yöntemlerle çözümlendiği hortlak figürlü bu filmle birlikte dini öğeler Türk korku filmlerinin günümüze kadar vazgeçilmez temel konusu olmuştur.
Amerikalı yönetmen William Friedkin yönettiği 1973 yapımı Şeytan (Özgün adı: The Exorcist) adlı filmin vizyona çıkmasından bir yıl sonra Metin Erksan aynı isimle Türk versiyonunu çekmiştir. Avrupa’nın “Paranormal” serisinin örnek alındığı ve hatta bire bir taklit edildiği 2000’li yılların başından itibaren korku filmi boşluğu doldurulmaya çalışılmış olsa da belli başlı konunun etrafında dönen, birbirini tekrar eden vasatlığın ötesine geçilememiştir.
Gerek konusu gerek karakterler ile anlatım dili olsun başarısızlığın mutlak nedeninin başında siyasi otoritenin çizgisinde hareket etmelerinin yanı sıra kolaycılık ve taklitçilikle işi kotarma çabasından kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla günümüzde dünya sinemasının odağına alarak sorgulama alanı yarattığı ilaç endüstrisinin Türk korku filmlerinde işlenmesi pek de mümkün görünmemektedir.
Çünkü siyasi güce veya mevcut düzene eleştirel yaklaşım getirerek kamuoyunu aydınlatacak bağımsız prodüksiyonlar yapabilmek için öncelikle siyasi güdümden kurtulacak cesareti göstermesi, sanatın da toplumsal sorumluluğunu üstlenmesi gerekmektedir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.